Kahraman Kim?

Kahraman Kim?
Who is The Hero?

26 Ekim 2009 Pazartesi

Yaşam tek bir gün, o da bugün!

Bu hafta sonu 3 ay aradan sonra yüz yüze oturup konuştuğumuzda çok mutlu olduğu heyecanından anlaşılıyordu. Yerinde duramıyor devamlı birşeyler ikram etmek, mutfağa koşup getirmek istiyordu. Biten çay fincanının bekçisi olması yetmezmiş gibi, ikide bir “karnın acıktı mı?” diye soruyordu. “Napacaksın oğlum yaşlandık, unutkanlık başladı, bir söylediğimi unutup tekrar söylüyorum, kusura bakma” diyordu. Ben ona moral olsun diye, “Unutkanlık iyi bir şey üzülme” dedim, “çünkü unuttuğunu da unutursun, hiç dert etmezsin'!” Baktım cümleyi tamamladığım anda ne konuştuğumuzu bile hatırlamıyordu.

Ne oldu da böyle herşey hızla ilerledi; sanki sonsuza deli dolu giden bir tren kompartımanındayız ve yol gittikçe puslu sisli değişiyor…

neco2006

Ağustos 2006, Mordoğan; 75 YAŞINDA, DEMANSIN ALIP BAŞINI GİTTİĞİ BİR DÖNEMDE, DİZÜSTÜ BİLGİSAYAR EKRANINDA KENDİNİ GÖRÜP ŞAŞMAMAK OLMAZ.

Hatırladıklarımız hep eskiler, bugüne düne ait şeylerin ömrü o kadar kısa ki, defalarca tekrarlamak bile onlara can veremiyor. Yine soruyor, “yeni aldığın ev eski eve yakın mı?” (Diyemiyorum ki bunu sana 50 defa yanıtladım. Bu oyuna ben de ısınmış durumdayım; sanki ilk kez cevaplıyormuşum gibi bir ses tonu üstlenip tekrarlıyorum.)

Bir banka reklamında, sanırım AKBANK’tı, iki yaşlı bastonlu amca yolda karşılaşırlar, biri diğerine sorar, “AKBANK’tan mı geliyorsun?” O da cevap verir; “Yooo… Ben AKBANK’tan geliyorum..” İlki düzeltir, “Kusura bakma, ben de seni AKBANK’tan geliyorsun sanmıştım.” der. Bizim söyleşimiz de genelde bu kıvamda sürüyor…

Hiç beklemediğim anda, “Benim yaş 60-65 olmuş mudur?” dedi, o an kanım dondu sandım.

Öyle sevecen öyle içten söyledi ki, “evet” desem inanacağı kesin. “Naptın anne,” dedim “senin yaş oldu 78, maşallah çok iyisin, ama yaşını bilmemen de, ayrı bir iyilik olsa gerek.”

“Kızım Maya iyi bakıyor bana. Yağlı yedirmiyor, ilaçlarımı tam vaktinde veriyor… Benim kimseye zararım yok zaten. Hastaydım, o geldi, iyileştim artık, gitse ben kendime yeterim oğlum.” diyor.

“Aman” diyorum “sakın aklına bile getirme bunu, Maya giderse başka Maya gelir, unutma!” Anahtarı içerde üstünde bırakıp kaybolduğunu, bu eve kaç kez çilingirin arkasında bekleyip girdiğimizi, elektirkli su ısıtıcısını tüp gaz ocakta çay yapmada kullandığını, paralarını sakladığın yerleri artık bulamadığımızı, evde yangın çıkar korkusunu hep taşıdığımızı nasıl hatırlayacaksın ki!

Konuyu hemen değiştirmek için, “E tabii canım sen zaten 65 gösteriyorsun… haklısın.” dedim. Kendisine bakan Türkmen Maya’yı konuştuğumuzu, unutuvermişti bile.

“Yeni bir meşgale edindim.” dedi. “Bak bu deniz kenarından toplanmış çakıl taşlarına, örgü örüp kılıflar hazırlıyorum, bak bunu torunuma götür, kitabının üstüne koysun, rüzgarda yaprakları açılmasın.”

Mor, pembe, lacivert renkli el örgüsü kılıfları elime alıyorum, çok beğendiğimi hissetsin istiyorum. “Ben bile kullanırım bunları.” diyorum. Heyecanlanıyor; “O zaman dur bugün bir tane de sana örüvereyim.” diyor. “Yahu tamam burada 3 tane var, bunlar yeter zaten” diyerek zor engelliyorum. “Ben sonra yapar sana postaneden gönderirim” diyor, “postane şu arka sokakta zaten, gider veririm.” Postane oradan taşınalı seneler oluyor, arka sokağa geçtiğinde tekrar evin önünnü bulabileceğini asla düşünemiyorum.

O benim annem. Onda başlayan hafıza kaybı, ben de tam tersine onu hep eski haliyle hatırlamayı, öyle algılamayı, inadla öyle düşünmeyi başlattı. Tıp fakültesini kazanıp evden ayrıldığım yıl şeker hastalığı girivermişti koluna, o gün bugün dile kolay, 35 yıllık en iyi arkadaşı şeker hastalığıydı. Babamın bırakıp gittiği 1985 yazından bugüne, yaşama bir şekilde tutunabilme çabasını sürdürüyor.

Oysa ben onu hep başka anımsamaya çalışıyorum; bir gün öğle zamanı, Bakırköy’de hastaneden kaçmış özel işlerime koşturduğum bir kaçamakta, tam bankaların olduğu caddede, ne göreyim, elinde çantası vitrinlere bakarak, biraz hüzünlü boş boş dolaşıyor… Sonsuz mutlu oluyorum, koluna girip “gel yemek yiyelim, Carousel’e girelim, muayenehaneye gitme saatine kadar takılırız” diyorum. Nasıl mutlu oluyorum, o da farkında. Bir başka gün, İstanbul üniversitesinde angio olması için yatırdığımız üç kişilik odada, yan yataktaki hasta ve yakınlarının odada balık yediklerini farkediyoruz, üstelik ziyaretçi saatinde komodinin üstünde duran el radyosunu da çalmışlar; kızıp çıkıyoruz hastaneden, “angioları da onların olsun!” diyorum, annesine doktorluğunun forsunu gösterememiş olmanın öfkesi ile. Yasmin’in doğduğu gün, kayınvalideyi de alıp Bakırköy’de Balıkçı Bayram’a gidiyoruz, hanım lohusa yatağında, biz keyifle balık yiyoruz. Herkes çok mutlu; Yasmin kazasız belasız aramıza katılmışi bundan daha büyük mutluluk ne olabilir ki! Yıl 1997, Siyami Ersek hastanesinin başhekimi, by-pass ameliyatı yapıyor, bana da pek kullanmadıkları seyir katını açmış, tâ tepeden aşağıya ameliyat masasında annemin kalp operasyonunu seyrediyorum. “Hadi” diyorum “hadi bunu da atlatmalıyız.” Saatler sürüyor ameliyat, o saatler boyunca çocukluğum, gençliğim, ilk evden ayrılışım, askerlikteki telefon kulübelerine koşuşturmalarım, yazlıktaki balkon sefalarımız, akşam çayları, Antalya Hakim kampındaki günlerimiz, babamın cenazesinde tabutun boş çıkması, bu yetmezmiş gibi tüm gazetelerin bunu haber yapmaları, gazetelerin o kısımlarını kesip annemden saklayışımız, onun “yahu bu gazeteleri kim kesmiş, ne terbiyesizlik!” deyişi… hepsi öbek öbek anı bombardımanı olarak üstüme geliyor. Savaşı kazanmış iki general gibi, ameliyatın 10. günü uçakla İzmir’e gidiyoruz, yol boyu “ömrüme ömür kattın evladım!” diyor.

Doğduğumuzda anne-babamızın çocuklarıyız… daha sonra bizler çocuklarımızın anne-babası oluyoruz… gün geliyor kendi anne-babalarımız bizim çocuklarımız oluyor, onlara bakmamız gerekiyor… bu böyle devam edip gidiyor…

Yaşam, yaşadıklarımızın bir gün bizden geri alınacağını bilerek yaşandığında, işte asıl o zaman çok değerli olsa gerek.

Sabah uyandım. Güzel bir gün! Sıkı bir kahvaltı yapabiliriz. Pencereden simitçiye seslendim. Durdu adam, “buyur amca” dedi. (Hala yadrıgıyorum anamın evinde sokaktan birinin bana amca demesine, ben bu evin hiç büyümeyen küçük oğluyum oysa.) Maya (Türkmen kadın) meğer sabah gazete, simit, boyoz almış bile. Pencereden sanki simitçi “amca!” dedi diye, “vazgeçtim!” dedim.

Bu kadın, yeni evliyken, biz ortaokula giderken, yıllarca çok çekmişti kayınvalidesinden. Dede üstüne genç kadın getirmiş, trene koyduğu gibi oğluna “biraz da anana sen bak bakalım” diyerek, tahta bir bavulla Söke’ye göndermişti. Babam bu oldubittiye ses çıkaramadı. Erzincan Kemah’tan çıkıp İstanbul’da Haydarpaşa Lisesini yatılı, Hukuk fakültesini baba desteğiyle okuyunca, yıllar sonra tüm bunların diyetini ödemenin zamanı geldiğini düşündü. Oysa babam öldükten sonra elime geçen bir kara kaplı defterde, babamın maaşını aldığı gün, babasına yüklüce bir para yardımını yıllarca sektirmeden yaptığını, özenle tutulmuş el yazısı notlarıdna görmüştüm. Demansı ile zor bir bakımı gerektiren babaanneli yıllarımız başlamıştı. Bu biz çocuklar için belki eğlenceliydi ama annemiz için yaşamı renksizleştiren büyük bir yüktü. Tâ ki babamın tayini Erzurum’a çıkıp da kamyon eşyalarımızı topladığında, yaşlı kara kedimizi Ortaklar’daki çöp şişçilerin oraya, Kemah’tan geçerken de babaanneyi dedenin evine bırakmıştı. Babaanne bakımsızlıktan ilk kışta ölüp gitmişti.

Onurumuzla doğup bir gün vakti geldiğinde onurumuzla ayrılmalıyız.

O son hazırladığı çakıl taş örgüsünü bitirirken, bu cümleyi iki kez içimden tekrarladım.

Şairin dediği gibi;

Yaşam tek bir gün o da bugün! (*)

___________________________

(*) Özdemir ASAF.

PH_117

NECLA GÜRSES (1931), BU YAZ (2009), MORDOĞAN’DA.

Özdemir Asaf'dan... BUGÜN VE BUGÜN
Öyle çabuk geçiyor ki günler
Hele sen de bir bak hayatına.
Daha dün doğmuşuz sanki
Yeni okula başlamışız
Yeni sevmişiz
Öyle çabuk geçiyor ki günler
Hele sen de bir bak hayatına
Yarın bitecek sanki her şey
Yarın ölecek gibiyiz.
Daha doymamışız yaşamasına
Günlerimiz dün bir, bugün iki
Sakın bir şey bırakma yarına
Yarın yok ki.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder