Kahraman Kim?

Kahraman Kim?
Who is The Hero?

15 Aralık 2009 Salı

Başlangıçtan Günümüze Türk Edebiyatında VII. YENİLEŞME DÖNEMİ:
1980-1990


Işıl Özgentürk, Fazlı Yalçın, Cafer Hergünsel, Feyza Hepçilingirler, Nadir Gezer, Günseli İnal, Pınar Kür, Afşar Timuçin, İzzet Yaşar, Esma Ocak, Engin Karadeniz, Fuat Altınsay, Fatma Ü. Aren, Nursel Duruel, Sevda Kaynar, Kandemir Konduk, Ali İhsan Mıhçı, İsmet Tokgöz, Gürhan Uçkan, Hüseyin Akyüz, Erendiz Atasü, Mahmut Alptekin, Habib Bektaş, Ahmet Çakır, Güney Dal, Sulhi Dölek, Tarık Günersel, Zeynep Karabey, Cemil Kavukçu, Duran Yılmaz, Muzaffer Abayhan, Ülkü Ayvaz, Şükran Farımaz, İsmail Gümüş, Özcan Karabulut, İzzet Kılıçlı, Ayla Kutlu, Ayşe Kulin, Ahmet Önel, Lütfiye Aydın, Mehmet Güreli, Ahmet Yurdakul, Murathan Mungan, Feride Çiçekoğlu, Cengiz Ördersever, Semra Özdamar, Buket Uzuner, Gülderen Bilgili, Jale Sancak, Özgen Ergin, Ali Balkız, Mustafa Hakkı, Mario Levi, Kürşat Başar, Sezer Ateş Ayvaz, Mahir Öztaş, Süheyla Acar Kalyoncu, Ayfer Tunç, Ali Nurettin Gürses, Ayfer Coşkun, Süalp Çekmeci, Hatice Bilen, Ahmet Tulgar, Zeynep Aliye, Zeynep Ankara, Neşe Cehiz, Yavuzer Çetinkaya, A. Didem Uslu, Nurten Ay, Yurdaer Erkoca, Halime Toros, Atilla Şenkon, Emine Işınsı, Oya Baydar, Yeşim Dormen Müderrisoğlu, Perihan Nuray Tekin, Barlas Özarıkça, İzzet Harun Akçay, Fatoş Dilber, Dinçer Sezgin, Hasan Ali Toptaş, Berrin Kırımlıoğlu, Ümit Kıvanç, Cemile Çakır

Başlangıçtan Günümüze Türk Edebiyatında Öykü Kitapları Zamandizini (1980- 1989)

1980 BALKI, Şakir: Aç Ayı Oynamaz1980 BOZFIRAT, Ayhan: Sokak Lambaları 1980 GÜNEL, Burhan: Başka Bir Yaz 1980 GÜREL, Ferzan: Ölü Gözünden Yaş1980 GÜRELİ, Nail: Seçim Otobüsü1980 HERGÜNSEL, Cafer: Kalfa 1980 İLERİ, Selim: Bir Denizin Eteklerinde 1980 İZGÜ, Muzaffer: Deliye Her Gün Bayram1980 İZGÜ, Muzaffer: Her Eve Bir Karakol 1980 İZGÜ, Muzaffer: Sen Kim Hovardalık Kim?1980 NESİN, Aziz: Hayvan Deyip Geçmeyin 1980 ÖZCAN, Celal: Sokak Kedileri1980 ÖZGENTÜRK, Işıl: Yokuşu Tırmanır Hayat1980 ÖZKAN, Hakkı: Babamın Türküleri 1980 ÖZLÜ, Demir: Aşk ve Poster 1980 PEKŞEN, Yalçın: Suya Sabuna Dokunduk 21980 SAFA, Peyami: Hikâyeler (Tüm hikâyeleri toplu halde) 1980 SAY, Ahmet: Bingöl Hikayeleri 1980 SAYGEL, Vedat: Bombalı Paket1980 SELİMOĞLU, Zeyyat: Soyunanlar 1980 SEYDA, Mehmet: Kapatma 1980 SÜALP, Suavi: Gene İyi Dayandık1980 ŞAHİN, Osman: Ağız İçinde Dil Gibi 1980 ŞENGİL, Salim: Es Be Süleyman Es... 1980 TİMUÇİN, Afşar: Denizli Pencere 1980 YALÇIN, Fazlı: Sevgi Yoksa 1981 AKBAL, Oktay: Hey Vapurlar Trenler 1981 ALTAN, Çetin: Gölgelerin Gölgesi1981 APAYDIN, Talip: Duvar Yazıları 1981 APAYDIN, Talip: Kökten Ankaralı 1981 APAYDIN, Talip: Yangın1981 AREN, Ülkü: Hanya Konya1981 CUMALI, Necati: Aylı Bıçak /1991'de "Uzun Bir Gece" adıyla bas. 1981 ÇUBUKÇU, Orhan: Yılan Islığı1981 DAYIOĞLU, Gülten: Dünya Çocukların Olsa1981 DİNAMO, Hasan İzzettin: Savaşta Çocuklar1981 EMİR, Sabahat: Zamane1981 GEZER, Nadir: Hanife Nine'den Öyküler 1981 GÜNGÖR, Necati: İstanbul'da Bir Hasan1981 HEPÇİLİNGİRLER, Feyza: Sabah Yolcuları 1981 İNAL, Günseli: Gelincikler Sürgünde1981 İZGÜ, Muzaffer: Devlet Babanın Tonton Çocuğu1981 KARADENİZ, ENGİN: Mersinaki Kuşçusu1981 KAYNAR, Sevda: Ağrı 1981 KUTLU, Mustafa: Yoksulluk İçimizde 1981 KÜR, Pınar: Bir Deli Ağaç 1981 OCAK, Esma: Berdel1981 ÖZ, Erdal: Alçaktan Kar Yağar 1981 ÖZ, Erdal: Beyaz Yele 1981 ÖZKAN, Hakkı: Uçan Balon1981 PERİDE CELAL: Bir Hanımefendinin Ölümü 1981 UYAR, Tomris: Yaz Düşleri/Düş Kışları 1981 YASAR, İzzet: Dönüşü Olmayan Hikayeler1981 YILMAZ, Durali: Gel İçimde Ağla 1982 AĞAOĞLU, Adalet: Hadi Gidelim1982 AĞAOĞLU, Adalet: Hadi Gidelim 1982 AKÇAM, Dursun: Alman Ocağı1982 ALTINSAY, Fuat: Hendekler1982 AŞÇİ, Abdullah: Dayak Dağıtımı1982 BAHADINLI, Yusuf Ziya: Geçeneğin Karanlığından 1982 BAYKURT, Fakir: Barış Çöreği 1982 BAYKURT, Fakir: Gece Vardiyası1982 BURAK, Cihat: Cardonlar1982 BURAK, Sevim: Afrika Dansı1982 BUYRUKÇU, Muzaffer: Şarkılar Seni Söyler 1982 DURU ,Orhan: Yoksullar Geliyor1982 DURUEL, Nursel: Geyikler, Annem ve Almanya 1982 EDGÜ, Ferit: Çığlık 1982 ERAY, Nazlı: Kız Öpme Kuyruğu1982 FÜRUZAN: Gecenin Öteki Yüzü 1982 GEZEN, Müjdat: Aptal Hamdi1982 GEZEN, Müjdat: Uçurtma1982 GÜNGÖR, Necati: Yeryüzünde İki Gölge1982 HACIHASANOĞLU, Muzaffer: Trenler Yeni Gidiyor 1982 ILGAZ, Rıfat: Rüşvetin Almancası1982 İLERİ, Selim: Eski Defterde Solmuş Çiçekler (Cumartesi Yalnızlığı ve Pastırma Yazı'ndan yapılan seçmelere iki yeni öykü ilavesiyle)1982 İZGÜ, Muzaffer: Kasabanın Yarısı Deli1982 İZGÜ, Muzaffer: Lüp Lüp Makinesı1982 K. (AKINÇ), Tarık Dursun: İmbatla Dol Kalbim 1982 KARAKOÇ, Sezai: Hikayeler II - Portreler 1982 KARASU, Bilge: Kısmet Büfesi 1982 KONDUK, Kandemir: Sayenizde Efendim1982 MEHMET SEMİH: Gözlüklü Beyefendi1982 MIHÇI, Ali İhsan: İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar 1982 ÖZAKIN, Aysel: Kanal Boyu 1982 ÖZGENTÜRK, Işıl: Dünyaya Masallar1982 ÖZGENTÜRK, Işıl: Hançer 1982 SAVAŞÇI, Fethi: Fırın Patlayınca1982 SAY, Ahmet: İpek Halıya ters binen Kedi1982 SELİMOĞLU ,Zeyyat: Çiçekli Dağ Sokağı1982 ŞENDİL ,Sadık: Çapkın Enişte1982 TOKGÖZ, İsmet: Bir Kadırga İçin Yaz Resmi1982 UÇKAN, Gürhan: Gabriel1982 YALÇIN, Fazlı: Bir Uzun Türkü1982 YILDIZ, Bekir: Mahşerin İnsanları 1982 YILDIZ, Mehmet: Konsolos Kapısına Bırakılan Ölü1982 YILDIZ, Mehmet: Süpürgeli Bakan 1983 DAYIOĞLU, Gülten: Kır Gezisi 1983 ABAYHAN, Muzaffer: Biz Birbirimize Benzeriz1983 AKBAL, Oktay: Lunapark 1983 AKYÜZ, Hüseyin: Beyaz Güvercin1983 ALPTEKİN, Mahmut: Bir Denizin İki Kıyısı 1983 ARAL, İnci: Kıran Resimleri 1983 ATASÜ, Erendiz: Kadınlar da Vardır 1983 AVCI, Zeynep: Kötü Bir Yaratık1983 AYVAZ, Ülkü: İşlerin Yolunda Gitmesine Engel Olan Kim?1983 BALEL, Mustafa: Gurbet Kaçtı Gözüme 1983 BALKI, Şakir: Piliç Şermin'in Evi1983 BARAN, Selçuk: Kış Yolculuğu 1983 BAYKURT, Fakir: Barış Çöreği1983 BAYSAL, Faik: Nuni 1983 BUYRUKÇU, Muzaffer: Günlerden Bir Gün 1983 BÜKE, Savaş: Üzme Tatlı Canını1983 ÇAKIR, Ahmet: Dostun Ölümü1983 DAL, İ. Güney: Buzul Çağından Hikayeler1983 DAYIOĞLU, Gülten: Şenlik Günü 1983 DÖLEK, Sulhi: Vidalar1983 ERAY, Nazlı: Hazır Dünya 1983 ESENDAL, Memduh Şevket: Sahan Külbastısı 1983 GÜNEL, Burhan: Dünyanın En Güzel Kadını 1983 GÜNEL, Burhan: Sevinç Dolu Bir Akşam1983 GÜNERSEL, Tarık: Bir Gece Toplumunda1983 GÜNGÖR, Necati: Bu Sevda Ölmek 1983 GÜRSEL, Nedim: Kadınlar Kitabı1983 HACIHASANOĞLU, Muzaffer: Dağ Başındaki Ölü 1983 HALİL, İlyas: Doyumsuz Göz1983 ILGAZ, Afet: Ölü Bir Kadın Yazar 1983 ILGAZ, Rıfat: Çalış Osman Çiftlik Senin1983 ILGAZ, Rıfat: Sosyal Kadınlar Partisi1983 İLERİ, Selim: Son Yaz Akşamı 1983 İZGÜ, Muzaffer: Çanak Çömlek Patladı1983 K. (AKINÇ), Tarık Dursun: Ona Sevdiğimi Söyle 1983 KAFTANCIOĞLU, Ümit: İstanbul Allak Bullak1983 KAVUKÇU, Cemil: Pazar Güneşi1983 KILIÇLI, İzzet: Mavi Devler 1983 KİLİMCİ, Ayşe: Sevdadır Her işin Başı1983 KUTLU, Mustafa: Ya Tahammül Ya Sefer 1983 MIHÇI, Ali İhsan:Yörük Hikayeleri1983 ÖRER, Fuat: Bir Tarihsel Düş1983 ÖZCAN, Celal: Düğüncüler 1983 ÖZDENÖREN, Rasim: Denize Açılan Kapı 1983 SAVAŞÇI, Fethi: Makinalar Çalışırken 1983 SEMİH, Mehmet: Hurda Kralı1983 SEMİH, Mehmet: Umutla Yaşıyoruz Efendim1983 SU, Hüseyin: Tüneller 1983 ŞAHİN, Osman: Acı Duman 1983 ŞENGİL, Salim: Güzel Bir Oyun 1983 TANER, Haldun: Yalıda Sabah 1983 TANPINAR, Ahmet Hamdi: Hikayeler (Kitaplaşmayan 2 hikâyesiyle birl.tüm öyk.)1983 TIĞLI, Erhan: İkramiyeli Dünya1983 TOSUNER, Necati: Necati Tosuner Sokağı 1983 ULÇUGÜR, Saadet (Timur): Beş Günün Öyküsü1983 UYAR,Tomris: Gecegezen Kızlar1983 ÜLKER, Hüdai: Gurbet İnsanları (u.ö)1983 YÖRÜK, Ali: Artin Usta 1983 YÜCEL, Şevket: Bir Sevgi Adam 1983 YÜCEL, Tahsin: Ben ve Öteki1984 AKKUŞ, Taki: Cennetlik Dul 1984 APAYDIN, Talip: Hendek Başı 1984 ARAL, İnci: Uykusuzlar 1984 AYDIN, Refik: Adalarda Gündüz, Küçük Fahişe1984 AYDIN, Refik: Ter Soğudukça 1984 AYVAZ, Ülkü: İşlerin Yolunda Gitmesine Engel Olan Kim? 1984 BALCILAR, Zeynep: Yine Bir Gülnihal1984 BARAN, Selçuk: Tortu 1984 BULUT, Şevket: Kefensiz Ölüler 1984 ÇOKUM, Sevinç: Derin Yara 1984 DAYIOĞLU, Gülten: Azat Kuşu 1984 DAYIOĞLU, Gülten: Deli Bey 1984 ERAY, Nazlı: Hazır Dünya1984 ESENDAL, Memduh Şevket: Bir Kucak Çiçek 1984 ESENDAL, Memduh Şevket: Hava Parası 1984 ESENDAL, Memduh Şevket: İhtiyar Çilingir 1984 ESENDAL, Memduh Şevket: Veysel Çavuş 1984 FARIMAZ, Şükran: Çiçeklerle 1984 FELEK, Burhan: Receb’in Kahvesi 11984 GÜMÜŞ, İsmail: Boşnak Türküsü1984 GÜNGÖR, Necati: Hayatımın Yedi Hikâyesi (ilk iki kitabındaki öykülere yedi yeni öykü ilavesiyle) 1984 İZGÜ, Muzaffer: İşte Mühür İşte Sen1984 İZGÜ, Muzaffer: Ortadireği Yıkan Ayı1984 İZGÜ, Muzaffer: Üç Halka Yirmibeş 1984 KARABULUT, Özcan: Karşı Öyküler 1984 KILIÇLI, İzzet: Mavi Devler1984 KULİN, Ayşe: Güneşe Dön Yüzünü1984 KUTLU, Ayla: Hüsnüyusuf Güzellemesi 1984 KÜR, Pınar: Akışı Olmayan Sular 1984 NESİN, Aziz: Kalpazanlık Bile Yapılamıyor1984 NESİN, Aziz: Yetmiş Yaşım Merhaba 1984 ÖNEL, Ahmet: Matinede Mükremin1984 SELİMOĞLU, Zeyyat: Gemi Adamları (bütün deniz öyküleri) 1984 TİMUROĞLU, Vecihi: Minnacık Kadın1985 AKKUŞ, Taki: Kır Çiçekleri1985 AKTUNÇ, Hulki: Ten ve Gölge 1985 APAYDIN, Talip: Hem Uzak Hem Yakın1985 ATASÜ, Erendiz: Lânetliler 1985 AYDIN, Lütfiye: İkili Yalnızlık 1985 AYVAZ, Ülkü: Gri Oğullar 1985 BÜKE, Savaş: Olur Böyle Şeyler1985 CEYHUN, Demirtaş: Babam ve Oğlum 1985 DAYIOĞLU, Gülten: Ölümsüz Ece 1985 ERAY, Nazlı: Eski Gece Parçaları 1985 ESENDAL, Memduh Şevket: Bizim Nesibe 1985 GEBEŞ, H. Avni: Gülme Gülmeme Üzerine1985 GÖR, Sıtkı Salih: Yol Bitmeden1985 GÜNEL, Burhan: Nergiz 1985 HALİL, İlyas: Çıplak Yula1985 HEPÇİLİNGİRLER, Feyza: Eski Bir Balerin 1985 İNANÇ, Remzi: Şey1985 KARAOĞLU, İbrahim: Dalga Dibe Düştü1985 KAYA, İ. Güven: Her hangi Bir Yerde1985 KAYA, Zekeriya: Sırtımdaki Semer1985 KEKEÇ, Ahmet: Son İyi Şeyler 1985 KIYAFET, Hasan: Görüş Günü 1985 KOCAGÖZ, Samim: Gecenin Soluğu 1985 KORCAN, Kerim: Canlı Bayraklar 1985 MUNGAN, Murathan: Son İstanbul 1985 ÖZKAN, Cafer: Paşanın Heykeli1985 PERİDE CELAL: Pay Kavgası 1985 SARIHAN, Şenal: Kafes1985 TIĞLI, Erhan: Türküleşsin Dünya1985 TİMUÇİN, Afşar: Neden Bazı Akşamlar1985 TİRALİ, Naim: Piraziz Nere, Berlin Nere 1985 UÇKAN, H. Vasfi: Ölümün Yüzü1985 UYAR ,Tomris: Rus Ruleti-Dön Geri Bak (toplu öyküler) 1985 YESARİ, Afif: İnsanlar ve Öyküler1985 YILDIZ, Bekir: Bozkır Gelini 1985 YILMAZ, Durali: Gel İçimde Ağla 1985YILMAZ, Abdullah: Çökendirek 1986 ABAYHAN, Muzaffer: Başkanın Demokrasisi1986 ARAL, İnci: Sevginin Eşsiz Kışı1986 BAHADINLI, Yusuf Ziya: Titanik'te Dans1986 BAYKURT, Fakir: Duisburg Treni1986 BAYSAL, Faik: Militan 1986 BELLİ, Şemsi: Aşk Dersleri1986 BILDIRKİ, Oyhan Hasan: Üçüncü Günün Öğlesi 1986 DAYIOĞLU, Gülten: Geriye Dönenler1986 ESENDAL, Memduh Şevket: Kelepir 1986 GÜLER, Mehmet: Dostum Alabalık 1986 GÜNGÖR, Necati: Unutulmaz Bir Kadın Resmi 1986 GÜRSEL, Nedim: Sevgilim İstanbul1986 HAKSAL, Ali Haydar: Evdeki Yabancı 1986 İZGÜ, Muzaffer: Devletin Malı Deniz1986 İZGÜ, Muzaffer: Azrail Nasıl Rüşvet Yedi?1986 KOCAGÖZ, Samim: Simon Pépéta'ya 1986 MUNGAN, Murathan: Cenk Hikayeleri 1986 ORUÇOĞLU, Nezihe: Acı Harmanı, Zemheride Baharı Bekler Gibi1986 ÖNDERSEVER, Cengiz: Kapalı Sevda1986 ÖZDAMAR, Semra: Sessiz Çığlıklar 1986 PEKŞEN, Yalçın: Nuh Peygamber'in Seyir Defteri1986 SAVAŞÇI, Fethi: Ayva Kokulu Ev 1986 ŞAHİN, Osman: Kan (Film senaryo ve öyküsü)1986 ŞENSOY, Ferhan:*Ayna Merdiven1986 TOPRAK, Füruzan: Dövme1986 UYAR,Tomris: Yaza Yolculuk 1986 UZUNER, Buket: Benim Adım Mayıs 1986 YALSIZUÇANLAR, Sadık: Şehirleri Süsleyen Yolcu 1986 YAŞACAN, Durcan: Konuşsana1986 YILMAZ, Abdullah: Çökendirek1986 YURDAKUL, Ahmet: Körfez Üstü Yıldız Gezer 1987 ALTAN, Çetin: Rıza Beyin Polisiye Öyküleri1987 BALKIZ, Ali: Güller Kitaplara1987 BAŞARAN, Mehmet: Yasaklı 1987 BİLGİLİ, Gülderen: Bir Gece Yolculuğu1987 BUYRUKÇU, Muzaffer: Hüzünlü Kar Çiçekleri 1987 CEYHUN, Demirtaş: Eylül Hikayeleri1987 ÇAKMAK, Figen: Kırık Dökük Bir Yaşam1987 ÇOKUM, Sevinç: Derin Yara1987 ÇOKUM, Sevinç: Onlardan Kalan 1987 DORUK, Kamil: Antik sevgililer 1987 ERAY, Nazlı: Yoldan Geçen Öyküler 1987 ERGİN, Özgen: Şarlo Kemal1987 GÜNEL, Burhan: Bisiklet Günleri1987 HAKSAL, Ali Haydar: Sesim Bana Yetmiyor 1987 HALİL, İlyas: İt Avı1987 HEPÇİLİNGİRLER, Feyza: Ürkek Kuşlar 1987 İZGÜ, Muzaffer: Siz Bilirsiniz Paşam1987 K. (AKINÇ), Tarık Dursun: Ömrüm Ömrüm 1987 KAVUKÇU, Cemil: Patika1987 KAYACAN, Feyyaz: Bir Deli Değilin Defterleri 1987 KIYAFET, Hasan: İşkence Öyküleri 1987 KİLİMCİ, Ayşe: Sevgi Yetimi Çocuklar 1987 KURDAKUL, Şükran: Öyküler 1987 MUNGAN, Murathan: Kırk Oda 1987 NESİN, Aziz: Maçinli Kız İçin Ev1987 ÖNEL, Ahmet: İkinci Yaşamın Günlüğü 1987 ÖZ, Erdal: Havada Kar Sesi Var (Yorgunlar'dan dört öykü ile birlikte) 1987 ÖZDAMAR, Semra: Kadırgada Son Horon1987 ÖZGENTÜRK, Işıl: Derdim Yener Sakin Ol1987 ÖZLÜ, Demir: Berlin’de Sanrı1987 ÖZLÜ, Tezer: Eski Bahçe - Eski Sevgi adıyla, 1987) 1987 ÖZTAŞ, Mahir: Ay Gözetleme Komitesi 1987 SELİMOĞLU, Zeyyat : Bir Şarkı Gibiydi1987 ŞENGİL, Salim: Savrulup Gidenler 1987 TÜMER, Gürhan: Aslan Cemil1987 ULAY, Faruk: Kopuk Bağlantılar1987 YILDIRIM, İbrahim: Bir Cinayetin Ekonomisi 1988 ABAYHAN, Muzaffer:*Bostancı Vapurunda Demokrasi Denemeleri1988 AKBAL, Oktay: Ey Gece Kapını Üstüme Kapat 1988 ATASÜ, Erendiz: Dullara Yas Yakışır1988 AYVAZ, Sezer Ateş: Aynalarda Yaz1988 BALEL, Mustafa: Le Transanatolien (Fransızca öykü, Paris-1988) 1988 BAŞAR, Kürşat: Kış İkindisinin Evinde1988 BILDIRKİ, Oyhan Hasan: Bir Başka Şafak 1988 BİLGE, Muammer: Kanaldaki Yabancı1988 EDGÜ, Ferit: Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı1988 EFE, Hürrem: Köyden İndim Hollanda'ya1988 ESEN, Burhan: İnsan Sevgisi 1988 ESENDAL, Memduh Şevket: Gödeli Mehmet 1988 GEZER, Nadir: Yürüyen Gece 1988 GÜLER, Mehmet: Aydede'nin Öpücüğü 1988 GÜLER, Mehmet: Bir Eski Sevda 1988 GÜLER, Mehmet: En Güzel Gülücük Oyunu 1988 GÜNEL, Burhan: Fayton 1988 GÜRELİ, Nail: Biz Bu İhtilali Niye Yaptık?1988 GÜRELİ, Nail: İhtilalin Gülleri1988 GÜRSEL, Nedim: Sorguda 1988 GÜRSES, Ali Nurettin: Geceyarısı Sinderella 1988 HAKSAL, Ali Haydar: Sarıldığım Soğuk Bir Ceset 1988 İZGÜ, Muzaffer: Demokrasimiz Kaç Para Eder?1988 İZGÜ, Muzaffer: Zıkkımın Kökü1988 KESTEL, Serhat: Cennette Bir Mevsim1988 KIVANÇ, Ümit: Aşkım Bana Resimaltı1988 NESİN, Aziz: Nah Kalkınırız1988 ÖZAKIN, Aysel: Mavi Maske1988 ÖZDAMAR, Semra: Sekiz Kadın 1988 ÖZLÜ, Demir: Stockholm Öyküleri 1988 PEKŞEN, Yalçın: Suya Sabuna Dokunarak 21988 SAY, Ahmet: Güneşin Savrulduğu Yerden1988 ŞAHİN, Osman: Kolları Bağlı Doğan 1988 ŞENOCAK, Hakan: Karanfilsiz1988 ŞENSOY, Ferhan: Düşbükü1988 ŞiPAL, Kâmuran: Köpek İstasyonu 1988 TİRALİ, Naim: Aşk Dediğin 1988 UZUNER, Buket: Ayın En Çıplak Günü 1988 YILDIZ, AHMET: Üçlü Kavşak1989 AKTUNÇ, Hulki: Bir Yer Göstericinin Hayatı 1989 BARAN, Selçuk: Yelkovan Yokuşu 1989 BEKTAŞ, Habip: Yorgun Ölü1989 BUĞRA, Hatice Bilen: Umursanmayan Kadınlar 1989 BUYRUKÇU, Muzaffer: Her Yer Karanlık 1989 ÇİÇEKOĞLU, Feride: Sizin Hiç Babanız Öldü mü?1989 ERAY, Nazlı: Aşk Artık Burada Oturmuyor 1989 GEZER, Nadir: Puslu Hüzün1989 GÜLER, Mehmet: Üst Geçit1989 HAKSAL, Ali Haydar: Sokağın Adı Issız 1989 HALİL, İlyas: Boyansin Ramazan1989 HERGÜNSEL, Cafer: Yaşam Sürgünlerini Verirken1989 İZGÜ, Muzaffer: Yıl Sıfır Darbe Hazır1989 KIYAFET, Hasan: Yelkovanotu1989 KİLİMCİ, Ayşe: Gül Bekçisi1989 KONDUK, Kandemir: Üniformanın Hatırı Var1989 MERiÇ, Nezihe: Bir Kara Derin Kuyu 1989 MUNGAN, Murathan: Lal Masallar 1989 ÖZTAŞ, Mahir: Korku Oyunu1989 SANCAK, Jale: Bu Gece Pera'da 1989 ŞAHİN, Osman: Ay Bazan Mavidir 1989 TULGAR, Ahmet: Evsiz Ülke Hikayeleri1989 TUNÇ, Ayfer: Aziz Bey Hadisesi1989 TUNÇ, Ayfer: Saklı 1989 UZUNER, Buket: Güneş Yiyen Çingene 1989 YILDIZ, Bekir: Seçilmiş Öyküler 1989 YILMAZ, Durali: Akrebin Dansı 1989 YILMAZ, Durali: Çilekeş Müslümanlar1989 YILMAZ, Durali: Ölmeden Ölenler 1989 YÜCEL, Tahsin: Aykırı Öyküler

Kaynak: Gerçekçilik Yolunda, Feridun Andaç, Cem Yayınevi,1989.
ÇAĞDAŞ TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜNÜN OLUŞUM VE GELİŞİMİNE YÖN VERENLER

4 Kasım 2009 Çarşamba

ZOOM! (öykü)

1994'te bir kaza sonucu aramızdan ayrılan sevgili Dr. Gani BAHADIRLI'nın anısına.


Ona söz vermiş, "Peki yarın gelir ve elimden geleni yaparım." demiştim.


Telefonu kapattığımda, "Izin alınmış mı?", "Gizlice mi yapılacak?", "Bir sorun çıkabilir mi?" gibi sorular kafamda uç vermeye başlamıştı bile.


Ürolog arkadaşım, yarınki ameliyatını kameraya çekmemi istiyordu. Benim amatör çoşkumu sezmiş, bilerek kışkırtıyordu: "Üzerine sonradan seslendirme yapabilir miyiz?" diye soruyor, "Fon müziği koyarsak daha kolay izlenir, ne dersin?" diyordu. Amacı bu işten benim de keyif alabilmemdi.


Ona "dubbing" yapamayacağımızı; canlı çekim anında ne konuşulursa herşeyin olduğu gibi kayda geçeceğini anlattım. Görüntüde montaj mümkünse de, sese birşey ya­pamazdık; bunu bilmeliydi.


Oysa günümüzde video kayıt cihazlarının ilk başlardaki albenisi kalmamıştı. Ilk kul­landığım günlerdeki kadar keyif alamıyordum. Ama ilk kez bir ameliyata, ameliyathane ortamına girecekti. Bu yeni birşeydi.


Ertesi gün, kamerayı yüklenip, verilen saatte ameliyathanede oldum.


Başlangıçta herşey alıştığım gibiydi. Üzerime yeşil ameliyat gömlek ve pantolununu geçirdim. Islaktı giydiklerim.


Yanyana üç ameliyat masasından diptekinde çalışacaktık. Ürolog cerrah arkadaşım hazırlığını yapmıştı. Biraz gergin görünüyordu. Maskesinin üzerinden tedirgin bir çift göz beni göz altına almıştı bile.


Anestezi makinesinin hemen arkasına düzenimi kurup, hazır olduğumu söyledim.


"Hastanın uyumasını bekleyecek miyiz?" diye sordum.


"Iyi olur!" dediğine bakılırsa, hastanın bu çekim işinden haberi olmayacaktı.


Merak edip sordum; "Vak'a nedir?"


60 yaşında, erkek hasta... prostat büyümesi sonucu takibe alınmış... ikinci devrede (ilerlemiş) kötü huylu bir prostat kanseri düşünülüyor... Uygulanacak olan operasyon, prostat dokusunun tümüyle çıkarılması... Aynı ameliyat sırasında, tümöre ait bir yayılım var mı yok mu anlamak için; karın içi lenf düğümlerinden örneklemeler yapıla­cak...


"Batın kesisi nasıl olacak?" diye soruyorum. Amacım hastanın hangi pozisyonda yata­cağını öğrenmek.


Hemen belirtiyorum; filme hastanın cinsel görüntüsü girmezse iyi olur. "Nasıl istersen öyle örteriz." diyor; rahatlıyorum.


Ilkin farkında olmadığım birşey, yavaş yavaş içimde büyüyor. Hemen herşeye bir başka gözle baktığımı, kamera vizörünün etkisi altına girdiğimi hissediyorum.


Üzerime telaşla geçirdiğim yeşil giysiler ıslak ve nemli! Bunda şaşacak bir şey yok, her zaman ıslaktırlar, ama bu kez, belki de ilk kez, bunun rahatsızlığını duyuyorum!


Ayağıma giydiğim galoşların üzeri kirli ve kanlı! Kimbilir hangi zamandan kalma kan lekesi, iyice siyahlaşmış; düştüğü günki damla görüntüsünü inadla koruyor.


Kağıt maskelerin olduğu kutudan yeni bir maske çektiğimi sanarken, o an farkediyorum; bir kez kullanılıp atılan bu kağıt maskeler yıkanmış, kurutulup kutuya yeniden konul­muşlar! O yüzden buruşuklar ve tuhaf kokuyorlar. Başıma geçirdiğim kağıt ameliyat kepi de pek farklı değil!


Ameliyata hazırlanan ekibe, yine aynı vizörden bakmayı sürdürü-yorum. Henüz kameraya start vermediysem de, herşeyi vizörün gösterdiği büyü içinde görmekten kurtulamıyorum.


Anestezi doktoru, gömleğinin üstünden karnını kaşıyarak yaklaşıyor. Yine dün gece fazla kaçırmış, onu anlatıyor. "Spor da yapamıyor, ne olacak bunun sonu?"


Çok dertli: "Her yanımız löpür löpür yağ bağladı, fıçı gibi olduk." diyor.


Sonra hastaya göz atıp, ondaki "fıçı" görüntüsünü "Işimiz zor!" diye yorumluyor.


Hastaya dönüp "Boynunuz da pek kısa! Bakalım sizi nasıl uyatabileceğiz!?" diyor.


Sırası mı şimdi bu sözün!?


Hasta adam, yattığı yerde, üzerindeki ameliyat gömleğiyle hafif üşümüş (ola ki o giydiği kefen benzeri gömlek de ıslak ve nemliydi); "Ya uyayamazsam?" diyerek telaşlanmıştı.


Oysa hastanın boynunun kısa olması, bilmese de olacak bir özelliğiydi!


Hasta tam birşeyler söylemek isterken, damardan yapılan iğnenin etkisiyle dalıp gitmişti.


Anestezi teknisyeni, nedense tam o uyuma anında hastayı konuşturuyor, hasta da sorulan sorulara yanıt verirken dili dolanıyor, korkunç güçlük çekiyordu. Bunu neden yapar­lardı? Teknisyen kızlar bu gereksiz konuşmayı bilmem ki nerden öğrenmişlerdir? Uyu­maya çabalayan biri niçin konuşturulur, bunun bilimsel olarak ne yararı olabilir? Olsa olsa hastanın zavallı görünümü çıkardığı komik seslerle daha bir zavallılaşır.


* * *


Üniversitede tanıdığım bir hocamız; hasta tam uyku haline geçene dek, odada çıt çıksın istemezdi. Özellikle madeni metalik seslerin, hastada o an zaten var olan metal tadı korkuları artıracağını söylerdi.


"Hasta nasıl uyursa öyle uyanır." derdi ve hastayı, özellikle bayan hastaları, yüzlerini ve saçlarını okşayarak uyutmayı bir sanat olarak görürdü.


Kadın hastaların o nefret ettikleri pozisyonda hazırlanıp, sonra uyutulmalarına da karşıydı. Hastanın henüz daha uyanıkken, onca insanın önünde, o bildik bacaklar ha­vada önü açık durumda çıplak yatması, akıl alacak şey değildi!


Isterdi ki hasta hiç birşeyi görmeden uyusun ve yapılacak olan işlemler, uyuyan bir gövdeye uygulansın. Zaten uyuyan bir gövde, uyanık duran çıplak kadına göre daha bilimsel ve "hasta" tanımına daha uygun düşecektir.


Ameliyat masasında yatan çıplak bir kadının, hangi durumda bir "hasta"; hangi durumda bir "kadın" olarak algılanacağına çok kafa yormuştuk. Hoca çok haklıydı!


Ameliyat odasında kafalarında kepleri ve bir tek gözlerini dışarda bırakan maskeleriyle, kimin kim olduğu; müstahdem mi, doktor mu, teknisyen mi, gerçekten belli olmazdı.


Çoğu hasta; ameliyatını yapacak olan doktorunu çok sonra farkeder, "Ay siz burda mıydınız?" diye şaşırır, "siz yoksunuz diye ne korktum!" diyerek paniğini anlatırdı.


Ameliyat odasında hastanın ilk kez gördüğü, tanımadığı bir yığın insan vardır... Henüz yeni tanıştığı bir anestezi uzmanı. Kendisine nedense pek fazla yüz vermeyen anestezi teknisyenleri. Ameliyat hemşire-leri, teknisyenler, temizlik ve taşıma işini üstlenmiş müstahdemler...


En önemlisi erkek ameliyat teknisyenleridir. Işte asıl onlar her tür işe koşturulurlar. Gerektiğinde kadın hastayı sedyeyle ameliyat odasına getirip masaya aktaran ve kol kuvveti isteyen durumlarda; hastayı kalçalarından tuttuğu gibi masada çekip çevirenler yine onlardır. Eğer istenirse hastanın çıplak gövdesindeki ameliyat yerini de ilaçlı sularla onlar yıkarlar. Yeri geldiğinde idrar deliğine sonda uygulamak da onların işidir. Bir tek sesleri akılda kalır. Bir an görünür ve hemen kaybolurlar. Ameliyat bitip de hasta yatağına döndüğünde yokturlar ve bir daha da hiç olmazlar!


Herşey ameliyat odasının içinde yaşanacak ve sadece orda kalacaktır! Dışarıya hiç birşey çıkmayacaktır! (Ama ordaki insanların da az sonra kendi yaşamlarına dönüp otobüs kuyruklarında bekleyecekleri, bütün ay boyu KDV fişi toplayıp biriktirecekleri, akşam Show TV'de "Gece Keyfi" programını izleyecekleri, yemek masasından "yine çok kaçırdık!" diyerek kalkacakları düşünülürse; her yer insandır!)


* * *


Baktım masada çıplak yatan erkek hastanın göbeği; ameliyat masasının yarısını kaplamış, tıpkı deniz kenarında çocukların yaptığı bir kum tepesi gibi kabarık duruyordu.


Kocaman, traşsız bir yüzü vardı adamın. Uykuya yeni dalmıştı. Teknisyen kız, oksijen alması için, hastanın dudaklarına siyah bir maske tutuyordu. Yüzünde tam uyurkenki tedirginlik donmuş kalmış, gözleri hafif yaşlanmıştı. Tüm gövdesi şimdi gevşemiş, iri göbeğinin altında hastalığından kurtulmayı bekleyen yılların yorgunu organ da öylece ufalmış, boynu bükük duruyordu.


Sıra, hastanın soluk borusuna tüp yutturma işinde gelmişti. Anestezi uzmanı, elindeki laringoskop denilen cihazı, hastanın ağzına ayakkabı çekeceği gibi takmış; soluk borusunun deliğini bulmaya çalışıyordu.


Hastanın boynu kısa olduğundan, onca çabaya karşılık, bir türlü deliği bulup, soluk borusuna yerleştireceği tübün ucunu o delikten öteye itemiyordu.


Teknisyen kızların artık alıştıkları bir dilde söylendi. Içinden geldiği gibi, çok doğal biçimde küfredebiliyordu. Her yer insandı çünkü!


Anestezi uzmanı, epey zorlanınca son çare olarak, içersinden sert tel geçirilmiş bir tüp kılavuzu kullandı ve ulaştı deliğe. Soluk ve yemek boruları yanyana olduğundan tübün yanlış yere itilmesi herşeyi daha başlangıçta bitirebilirdi!


Hasta hazırdı artık. "Şimdi başlayabilirsiniz!" dedi ve zafer kazanmış bir komutan edasıyla, hastayı teknisyen kızın gözlemine bırakarak odadan ayrıldı.


Teknisyen kız, balonla tübe gönderdiği havanın gerçekten akciğerlere mi, yoksa mideye mi gittiğini bir süre anlamaya çalıştı. Sıkılınca bu yersiz şüphenin peşini bıraktı. Belki de "Aman bana ne! Koskoca uzman doktor şüphe duymadı, çekti gitti, üstelik sorumluluk onun, demek ki tüp doğru yerde!" diye düşündü.


Hastanın üzeri şimdi yeşil örtülerle örtülmüş, tepedeki iki dev ameliyat lambası tam yeşil örtülerin boş bıraktığı aralığı aydınlatıyordu. Zoom yaparak o alanı ekrana getirmeliydim. Çıplak ışık, hastanın açıktaki cildini süt beyazı bir renge dönüştür­müştü.


Cerrah arkadaş, kendinden emin, sert ve kararlı bir bistüri darbesiyle o aydınlanan alanı ikiye ayırdı. Önce sarı sulu bir yağ dokusu göründü ekranda. Çok geçmeden sarı renk yerini kanayan noktacıklarla kırmızıya bıraktı.


Cerrah, "Klemp!" dedi. Şimdi kanayan yerleri tutmanın telaşındaydı, sesi sert çıkmıştı; yüzüne zoom yapmalıydım.


Ameliyat hemşiresi, tıpkı filmlerdeki gibi, klempi cerrahın açık duran avucuna şapp diye vurarak verdi. Çok ses olmuştu, cerrahın canı yanmış da olabilirdi. Ama ses çıkar­madı.


* * *


Ameliyat sırasında cerrahtan azar işiten, bir deyimle hak etmeksizin "fırça yiyen" hemşireler; bu durumdan rahatsız olmuşlarsa, bunu, uzattıkları aletleri cerrahın avucuna daha sert vurarak belli etmeye çalışırlar.


Cerrah bu başkaldırıyı kabullenmezse, eline verilen aleti ya beğenmediği için, "başka alet ver!" diyerek; ya da "doğru dürüst alet ver!" diye söylenerek fırlatıp atar.


Cerrahların bu kaprisli tavrına çoğu zaman ses çıkarılmaz. O an tek yaratan cerrah'tır çünkü. Point'e geçmiş bir balet gibi; dramatik oyunu terk başına üstlenmiş tiyatro aktörü gibi, varsın sonuç iyi olsun, kaprisini çekmeye herkes hazırdır. Sonuç kötüye gittiğinde sıkıntı daha artacak, kapris hakarete başkaldırıya dönüşecektir. En iyisi susmak ve el­den geldiğince eşlik etmektir. Ameliyat boyunca süren o tanımı güç stres, bağışlatıcı sayılır. Ameliyatı rahat ve en iyi şekilde yapmak isteyen kimi cerrahlar, ameliyatın yükü azalana dek suratsız olurlar, hiç konuşmazlar. Huysuz ve hiç birşeyi beğenmeyen tavır­larını, inadla sürdürürler. Ta ki ameliyatın sonuna gelindiğinde, pamuk gibi yumuşarlar. Işte o an, kimisinin şarkı söylediği, fıkra anlatmaya başladığı sık görülür. Sanki o cer­rah kendileri değilmiş gibi davranırlar. Bu bir tür "günah çıkarmak"tır. Sık yaşanan bu değişime, hemen herkes hazır olduğundan; ameliyatın son perdesi odadaki herkes tarafından dört gözle beklenir!


* * *


Cilt altındaki kalın yağ tabakası da geçilince, cerrah alnında biriken terini sildirdi.


Hep yaşadığım, aslında sıradan sayabileceğim bu sahneleri, ilk kez bir başka gözle al­gılıyordum. Vizörden gördüklerim; beni sanki bir şölene çağırıyordu.


Insan dokusu, olağanüstü incelik ve başkalık taşıyordu. Tıpkı "her ameliyatın kendi içinde tek olması!" gibi. Sanki notaları o an yazılan bir jazz müziği gibi, doğaçlama ilerli­yordu müzik. Bistürinin altındaki dokulardan her an bir çığlık ya da nostaljik bir ezgi yükselebilirdi.


Bıçağın ucu peritona, karın iç zarına dayanmıştı işte!


Önceden peritonit (karın iç zarı iltihabı) geçirmiş bir hastanın, şimdi bıçağın ucundaki "peritonu"; bilinmedik ne çok öykü taşıyordur! Insanın "Bu, o muydu!?" diyesi geliyor.


Kimi insanı, "gece boyunca hastanelerin acil kapılarında, kimsesiz ve de soluksuz bıra­kan" ince bir zar: periton!!!


Bazı cerrah, ille birşey söylemek gerekir düşüncesiyle "Bakın periton duvarı biraz kalınlaşmış! Bunu ameliyat notumuzda belirtmeliyiz!" der.


Bizim cerrah arkadaş, kameraya bakarak, "Bereket peritona yayılım yok gibi." dedi. Sonra da peritondan bir parça kesti ve "Spesmen kavanozuna bunu da koyun lütfen, pa­tolojisi istensin." dedi.


Patoloji kavanozlarının önceden reçel kavanozu olup da, sonradan biriktirilip, ameliyat odasında bir yerlere dizildiğine ilk kez kameram tanık oluyordu. (Bunu önceden hiç düşünmemiştim!)


Teknisyen "Formol yok, alkole koyalım mı?" diyordu. Yüzüne zoom yaptım teknisyenin.


"Neden yok bu ameliyathanede formol! Kaç defa söylüyoruz!" diyerek haykırdı cerrah. (Patologun biri "Alkole koymayın, dokuyu bozuyor!" demişti; şimdi onu anımsamıştı.)


Cerrah sinirlenmişti. Öfkesi mi eline vurmuştu, yoksa peritonun ucunda bir türlü durmak bilmeyen kanama mı öfkelendirmişti; tam anlaşılamadı.


Ama bilinen birşey, bağırıp çağıran bir cerrah; büyük


olasalıkla ameliyat sahasında zorlanıyor demektir. Bunu orda bulunan herkes bilir. O ne­denle de, cerrah hep "mazur" görülür.


Öfkesi sürüyordu cerrahın. Ameliyat yerinden dışarı fırlamaya çalışan gergin barsak boğumlarını zorlukla içeri iterek, bu kez anestezi tarafına söylendi:


"Kardeşim doğru düzgün uyutsanıza hastayı!" dedi, "Hasta geriyor, görmüyor musunuz?! Siz ameliyatı hiç izlemez misiniz?! Hasta gevşemiyorsa çağırın uzmanınızı, gelsin baksın hastaya! Barsaklarla boğuşmaktan, işimizi yapamıyoruz!"


Anestezi teknisyeni kız, serumun lastik ucundan biraz daha gevşetici ilaç verdi. Birkaç saniye sonra ameliyat yerindeki kaslar gevşemiş, barsaklar içeri çekilmişti.


Olağanüstü bir güzellikti bu! Böylesi bir uyumu zoom'la görüntülemeliydim.


(Aklıma o an yaşlı bir hocanın sözü geldi: "Insanoğlu çok zayıf bir yaratık!" derdi. Kas gevşetici iğne yapıldığında, tıkk diye gevşeyip uyuyan hastaya çok kızardı; "Şuna bakın, şuna!" derdi, "Nasıl da kolay teslim oldu. Yazık be! Tüm varoluşu buraya ka­darmış! Işte bu zayıflık beni kahrediyor!")


Ağzından solunum tübünün ucu sarkan hastaya, zoom yaparak yaklaşıyorum... Gözleri açık uyuyor... Teknisyen kız, gözlerinin üzerine, kuru kalıp da iltihaplanmasın diye krem sürüyor... Kremin etkisiyle, adam donuk buğulu gözlerle bakıyor... Sanki tam bir şey söyleyecekken uyuyakalmış gibi!


Teknisyen kız, yanındaki arkadaşının eline "Al biraz sen sık." diyerek oksijen balonunu tutuşturdu. Artık kendine çay molası vermeliydi; yorulmuştu. Yeni gelen kız, hastayı önce fizik bulgularıyla, sonra yüzündeki anlamla tanımaya çalıştı.


Erkek teknisyen de yorulmuştu. Yere yakın bir ayaklık üzerine oturmuş bekliyordu. Yeni bir şey istenene dek dinlenebilirdi.


Teknisyen kısmını hiç boş bırakmazlardı. Oturduğunu farkettikleri anda, özellikle birşey isterlerdi. Ameliyat hemşiresi, "Doktor beyin terini sil." dedi.


Elindeki hafif alkolle ıaslatılmış bezle, cerrahın arkasından sokulup, alnını sildi. Öfkeli cerrahı rahatlatmanın bir yoluydu bu ter silme numarası.


Cerrah önceki sertliğini kendi de pek sevmemiş olmalı ki; "Hemşire hanım, bu iğne çok iyi. Hep bu boy verin lütfen." dedi.


Ameliyat ekibi, daha barışcıl bir havayı yeniden yakalamıştı.


19/6/1997, Kim Dergisi.


29 Ekim 2009 Perşembe

ÇEVRİMİÇİ SÖYLEŞİ

Yaşları 50’yi geride bırakmış, ama hiç yaşlanmayacakmış gibi geleceğe bakan iki insanın, arada buluştukları bir kır kahvesindeki konuşmaları…

Başlık bu olsa, belki kıyıdan beriden okur toplayabilir bu yazı.

Ama doğrusu bu değil.

Bu iki insan, 50’sinde internet kullanmanın çoşkusu ile, yazarak içlerini döküyorlar.

Internette yazışmak bir yanı ile monolog özellik taşır. Siz konuşurken, o da konuşuyor, ama siz onu duymuyor ve yazmaya devam ediyorsunuz,

Tâ ki noktayı koyunca kaldırıp başınızı ekranda onun ne dediğine bakıyorsunuz… Hele son noktayı koyup ENTER’e henüz basmamış iseniz…

Onun siz bunları yazarken ne dediğine göz gezdirip, son yazdıklarınıza çekidüzen vermek zorunda kalabiliyorsunuz.

O gün de öyle oldu.

8585803

BİRİNCİ SÖYLEŞEN, yöresel bir ağız ile, kışkırtan bir giriş yaptı:

*Sevgili hocam özlettin gendini. De hadi gonuş gayri! De gidinin Istanbollusu! dedi.

İKİNCİ SÖYLEŞEN (belli ki İstanbul’da yaşıyor),

“İstanbullu olamadım hocam.” dedi. “Hala Adana’yı özlüyorum. Bugün fırsat olsa giderim.”

* * *

Adana güzel yer. bizim enişte öldüğünde bu yıl Adana havaalanına indim... cenaze Mersinde’ydi... öğlen namaza camiide yetiştim... namaz sonrası cenazeyi törenle mezarlığa taşıdık… baktım ordan eve geçiliyor, kimde kalacağız belli değil; bizim birader karısı ile gelmiş, onlar belli ki kalacaklar, bari ben kalmayayım dedim... dönüş biletim ertesi güne idi. cep telefonundan ulaşıp biletimi aynı gün akşam saat 7’ye çektim... önümde 3-4 saatim var, büyük bir keyifle yeni açılmış form mersin alışveriş merkezine girdim... orda bir adana götürdüm.. ne keyif! dükkanları gezdim... ölüm durumlarında insanın duyguları galiba dibe vuruyor. cenazede ve de cenaze sonrası sanki bir rahatlama oluyor… yaşamdan yeniden keyif alma gibi bir hafif kaçamak duygular filizleniveriyor... geçende şairin biri, “cenaze dönüşü insanın içi sevişmek istiyor!” gibi bir laf gevelemişti de, çok üstüne gitmişlerdi. oysa bunda hafif bir gerçeklik payı var gibi. ben bizim rahmetli Eşber’in cenazesini hatırlarım... teşvikiye camii avlusunda hep tanıdık arkadaşlar... hatta sanki bir ilaç firmasının lansman (yeni ilaç tanıtım) toplantısı gibi.. herkes birbirine nasıl işler, piyasa toparladı mı, bu yılı çıkarabilecek miyiz, onu soruyor...

* * *

en son Adana’ya gittiğimde iki gün kebap yemiştim… uçakla döndüm. eve geldiğimde soğan kokusundan içeri almayacaklardı.

* * *

nitekim baktım bizim şişman muhasebeci Ramazan da orda. “lan ne işin var senin?” / “hocam Eşber bey de benim müşterimdi!” demez mi? (yoksa bu şişman muhasebeci de biz mi önerdik nedir?)

* * *

haklısın hocam, cenazeler insana iyi geliyor; insan, “iyi ki onun yerinde değilim!” diye düşünüp rahatlıyor herhalde.

* * *

Ramazan; "daha geçen hafta burdaydı rahmetli, Bodrum’dan gelmişti, mal bölüşüm işi vardı, onu ayarlamıştım, kısmet değilmiş demek" dedi. biliyorsun rahmetli, Bodrum’da vefat etti. gece yanında sevgilisi avukat kız varmış. gece boyu mide yanması, reflüdür diyerek devamlı gaviscon şurup içmiş… bir söylentiye göre de gece yatmadan önce viagra almış… bildik bir kalp rahatsızlığı da yokmuş o güne kadar. ama şişmandı, çok içerdi, sigara elinden düşmezdi… Bodrum’da ilk aylarda küfelik sarhoş olup da sırtta taşıdıkları olurmuş… ama ertesi sabah çakı gibi, sanki o un çuvalı adam o değilmiş gibi görevinin başında! avukatla da orda tanışmış… bir söylentiye göre boşanma işine bakan avukatıymış. olur ya insan denize düşer ilk eline gelen yılana sarılır o misal. 50’sinden sonra erkek milleti masada olsa elinin erişebileceği su şişesinden öteye ulaşamaz, bulduğuyla yetinir…

neyse biz cenaze namazını kıldık. mezarlığa gitmek yerine bizim pis boğaz şeflerden Cemal bey’in de önerisi ve de ısrarı ile teşvikiyenin en iyi dönercisi hacı kebap'a girdik...

ölüm kolesterolden kalp sektesinden gelmişse de, baktım herkes bol tereyağ gezdiriyor tabağına!

bu iş ince iş hocam. her ölenle biraz rahatlıyor muyuz nedir? oysa tersi olmalı, değil mi?

bir torbanın içindeyiz ve yukardaki sırası geldikçe torbadan aramızdan birini çekiveriyor! biz çıkmadık diye, sanki hiç çıkmayacakmışız gibi bir rahatlama geliyor üzerimize.

güneye kaçtı diye, önce çok keyif almış... teknesini de İstanbul’dan çekip getirmiş... ilk günleri güzelmiş, barlardan hiç çıkmazmış... hatta barlarda sızıp altı okka eve taşıdıkları olurmuş...

sonra yaşamına buradan bir avukat girmiş... iyilermiş... bu arada seninki muhasebecisi şişman Ramazan’la haberleşiyorlar, mallar bölünecek diye muhasebeci aracılık yapıyor… karısı telekomunikasyon uzmanıymış, büyük kent dışında asla olmazmış işi. “bana bir ev, bir araba bırak nereye gideceksen git” demiş. bir ev, bir araba, bir 16 yaşında oğlan, bir golden köpek herşeyi bırakmış; bir tek teknesini, bir de ceketini alıp çıkmış evden. daha da bırakacak şeyi yokmuş nitekim.

benim anlamadığım ne biliyor musun? biz heriflerde de iş yok... sen Bodrum’a kaçıp gelmişsin, iyi güzel... mal bölüşümü falan tamam, o işleri de en ince ayarla götürsene.. ne takılıyorsun avukat kadına daha ilk günden. gez dolaş, mevsimlik yaşa, ilik gibi ruslar var, hollandalılar var.

* * *

yok tabii. ilk günden teslim oluyoruz.

* * *

ben direnenini hiç görmedim!

* * *

sanki zar zor bulmuşuz gibi ilk günden teslim oluyoruz. karılar da akıllı. hep anlatırım. nikah masasında imza atıyorsun. dönüp bakıyorsun. aaaa yanında başka biri. nereye gitti ya! diyorsun. yok! bir daha geri dönüş de olmuyor. sonra da çocuk falan. sen uyanana kadar çocuk olmuş oluyor zaten. geçmiş olsun.

* * *

gerçi ben susunca senin konuşmana fırsat vermiş gibi oluyorum. tamam. ben çok konuştum. sıra sende. anlat bakalım.

* * *

en son katıldığım cenaze töreni bizim kayınçonunki idi. evleri ayırmışlardı. çok içerdi rahmetli. akşam 5 başlardı. çoğu gece işyerinde sızar kalırdı. boşanmadan önceleri de, işyerine taşınmış gibiydi. o sabah sekreteri kapıyı açtığında dişçi koltuğunda cansız bedenini bulmuş! o arayıp haber verdiydi. mesleğini pek severdi, ama son zamanlarda hiç hastası kalmamıştı, bütün gün ofisinde oyalanır – dışarı bile çıkmazdı. kim bilir onun da düşü, o koltukta yaşama veda etmekmiş demek.

cenaze dönüşü nerden aklıma takılmışsa, “Ah İstanbul İstanbul olalı / Hiç görmedi böyle keder / Geberiyorum aşkından / Kalmadı bende gururdan eser” şarkısı kulağımda çınladı durdu.

o gün karar verdim; saat 5 oldu mu, kaçarcasına çıkıyorum işyerinden. “gidecek tek yerimiz var, o da salonda bizi bekleyen zavallı kanepe!”

* * *

Yaşları 50’yi geride bırakmış, ama hiç yaşlanmayacakmış gibi geleceğe bakan bu iki insan… bilgisayar ekranında yanıp sönen satır işaretine bakarak, başladıkları gibi, sessizce “çevrimdışı”na geçtiler.

27 Ekim 2009 Salı

DOKTORUMU BEĞENİYORUM

G_r_nt_003

Doktorumu beğeniyorum.” dedi yaşlı kadın. “Hasta başındaki davranışı o kadar huzur verici ki.”

Doktorumuzu seviyoruz.” dedi çocuklar, “o kadar şakacı ki.”

Doktoruma güveniyorum.” dedi anne, “Çocuklarım doğarken o kadar büyük özen gösterdi ki.

Doktorum biraz dik kafalıdır.” dedi iş adamı, “Ciddi olarak hasta olduğuma inanmadıkça benim keyfime göre hareket etmez.

Hiçbir şey doktorum için angarya değildir.” dedi fakir akraba, “Onun yaşındayken ben de öyleydim.

“Eve gelen doktorun, her zaman yüzünde tebessümü eksik olmaz ve bana söyleyecek hep bir çift sözü vardır.” dedi çocukların dadısı.

Ne iyi olurdu değil mi?” diye sordu yabancı adam, “Eğer hepimizin doktorları aynı kişi olsaydı.

Tabii” diye yanıtladı diğerleri, “zaten öyle.

Hugh Barber

“Doctors by them solves

26 Ekim 2009 Pazartesi

Yaşam tek bir gün, o da bugün!

Bu hafta sonu 3 ay aradan sonra yüz yüze oturup konuştuğumuzda çok mutlu olduğu heyecanından anlaşılıyordu. Yerinde duramıyor devamlı birşeyler ikram etmek, mutfağa koşup getirmek istiyordu. Biten çay fincanının bekçisi olması yetmezmiş gibi, ikide bir “karnın acıktı mı?” diye soruyordu. “Napacaksın oğlum yaşlandık, unutkanlık başladı, bir söylediğimi unutup tekrar söylüyorum, kusura bakma” diyordu. Ben ona moral olsun diye, “Unutkanlık iyi bir şey üzülme” dedim, “çünkü unuttuğunu da unutursun, hiç dert etmezsin'!” Baktım cümleyi tamamladığım anda ne konuştuğumuzu bile hatırlamıyordu.

Ne oldu da böyle herşey hızla ilerledi; sanki sonsuza deli dolu giden bir tren kompartımanındayız ve yol gittikçe puslu sisli değişiyor…

neco2006

Ağustos 2006, Mordoğan; 75 YAŞINDA, DEMANSIN ALIP BAŞINI GİTTİĞİ BİR DÖNEMDE, DİZÜSTÜ BİLGİSAYAR EKRANINDA KENDİNİ GÖRÜP ŞAŞMAMAK OLMAZ.

Hatırladıklarımız hep eskiler, bugüne düne ait şeylerin ömrü o kadar kısa ki, defalarca tekrarlamak bile onlara can veremiyor. Yine soruyor, “yeni aldığın ev eski eve yakın mı?” (Diyemiyorum ki bunu sana 50 defa yanıtladım. Bu oyuna ben de ısınmış durumdayım; sanki ilk kez cevaplıyormuşum gibi bir ses tonu üstlenip tekrarlıyorum.)

Bir banka reklamında, sanırım AKBANK’tı, iki yaşlı bastonlu amca yolda karşılaşırlar, biri diğerine sorar, “AKBANK’tan mı geliyorsun?” O da cevap verir; “Yooo… Ben AKBANK’tan geliyorum..” İlki düzeltir, “Kusura bakma, ben de seni AKBANK’tan geliyorsun sanmıştım.” der. Bizim söyleşimiz de genelde bu kıvamda sürüyor…

Hiç beklemediğim anda, “Benim yaş 60-65 olmuş mudur?” dedi, o an kanım dondu sandım.

Öyle sevecen öyle içten söyledi ki, “evet” desem inanacağı kesin. “Naptın anne,” dedim “senin yaş oldu 78, maşallah çok iyisin, ama yaşını bilmemen de, ayrı bir iyilik olsa gerek.”

“Kızım Maya iyi bakıyor bana. Yağlı yedirmiyor, ilaçlarımı tam vaktinde veriyor… Benim kimseye zararım yok zaten. Hastaydım, o geldi, iyileştim artık, gitse ben kendime yeterim oğlum.” diyor.

“Aman” diyorum “sakın aklına bile getirme bunu, Maya giderse başka Maya gelir, unutma!” Anahtarı içerde üstünde bırakıp kaybolduğunu, bu eve kaç kez çilingirin arkasında bekleyip girdiğimizi, elektirkli su ısıtıcısını tüp gaz ocakta çay yapmada kullandığını, paralarını sakladığın yerleri artık bulamadığımızı, evde yangın çıkar korkusunu hep taşıdığımızı nasıl hatırlayacaksın ki!

Konuyu hemen değiştirmek için, “E tabii canım sen zaten 65 gösteriyorsun… haklısın.” dedim. Kendisine bakan Türkmen Maya’yı konuştuğumuzu, unutuvermişti bile.

“Yeni bir meşgale edindim.” dedi. “Bak bu deniz kenarından toplanmış çakıl taşlarına, örgü örüp kılıflar hazırlıyorum, bak bunu torunuma götür, kitabının üstüne koysun, rüzgarda yaprakları açılmasın.”

Mor, pembe, lacivert renkli el örgüsü kılıfları elime alıyorum, çok beğendiğimi hissetsin istiyorum. “Ben bile kullanırım bunları.” diyorum. Heyecanlanıyor; “O zaman dur bugün bir tane de sana örüvereyim.” diyor. “Yahu tamam burada 3 tane var, bunlar yeter zaten” diyerek zor engelliyorum. “Ben sonra yapar sana postaneden gönderirim” diyor, “postane şu arka sokakta zaten, gider veririm.” Postane oradan taşınalı seneler oluyor, arka sokağa geçtiğinde tekrar evin önünnü bulabileceğini asla düşünemiyorum.

O benim annem. Onda başlayan hafıza kaybı, ben de tam tersine onu hep eski haliyle hatırlamayı, öyle algılamayı, inadla öyle düşünmeyi başlattı. Tıp fakültesini kazanıp evden ayrıldığım yıl şeker hastalığı girivermişti koluna, o gün bugün dile kolay, 35 yıllık en iyi arkadaşı şeker hastalığıydı. Babamın bırakıp gittiği 1985 yazından bugüne, yaşama bir şekilde tutunabilme çabasını sürdürüyor.

Oysa ben onu hep başka anımsamaya çalışıyorum; bir gün öğle zamanı, Bakırköy’de hastaneden kaçmış özel işlerime koşturduğum bir kaçamakta, tam bankaların olduğu caddede, ne göreyim, elinde çantası vitrinlere bakarak, biraz hüzünlü boş boş dolaşıyor… Sonsuz mutlu oluyorum, koluna girip “gel yemek yiyelim, Carousel’e girelim, muayenehaneye gitme saatine kadar takılırız” diyorum. Nasıl mutlu oluyorum, o da farkında. Bir başka gün, İstanbul üniversitesinde angio olması için yatırdığımız üç kişilik odada, yan yataktaki hasta ve yakınlarının odada balık yediklerini farkediyoruz, üstelik ziyaretçi saatinde komodinin üstünde duran el radyosunu da çalmışlar; kızıp çıkıyoruz hastaneden, “angioları da onların olsun!” diyorum, annesine doktorluğunun forsunu gösterememiş olmanın öfkesi ile. Yasmin’in doğduğu gün, kayınvalideyi de alıp Bakırköy’de Balıkçı Bayram’a gidiyoruz, hanım lohusa yatağında, biz keyifle balık yiyoruz. Herkes çok mutlu; Yasmin kazasız belasız aramıza katılmışi bundan daha büyük mutluluk ne olabilir ki! Yıl 1997, Siyami Ersek hastanesinin başhekimi, by-pass ameliyatı yapıyor, bana da pek kullanmadıkları seyir katını açmış, tâ tepeden aşağıya ameliyat masasında annemin kalp operasyonunu seyrediyorum. “Hadi” diyorum “hadi bunu da atlatmalıyız.” Saatler sürüyor ameliyat, o saatler boyunca çocukluğum, gençliğim, ilk evden ayrılışım, askerlikteki telefon kulübelerine koşuşturmalarım, yazlıktaki balkon sefalarımız, akşam çayları, Antalya Hakim kampındaki günlerimiz, babamın cenazesinde tabutun boş çıkması, bu yetmezmiş gibi tüm gazetelerin bunu haber yapmaları, gazetelerin o kısımlarını kesip annemden saklayışımız, onun “yahu bu gazeteleri kim kesmiş, ne terbiyesizlik!” deyişi… hepsi öbek öbek anı bombardımanı olarak üstüme geliyor. Savaşı kazanmış iki general gibi, ameliyatın 10. günü uçakla İzmir’e gidiyoruz, yol boyu “ömrüme ömür kattın evladım!” diyor.

Doğduğumuzda anne-babamızın çocuklarıyız… daha sonra bizler çocuklarımızın anne-babası oluyoruz… gün geliyor kendi anne-babalarımız bizim çocuklarımız oluyor, onlara bakmamız gerekiyor… bu böyle devam edip gidiyor…

Yaşam, yaşadıklarımızın bir gün bizden geri alınacağını bilerek yaşandığında, işte asıl o zaman çok değerli olsa gerek.

Sabah uyandım. Güzel bir gün! Sıkı bir kahvaltı yapabiliriz. Pencereden simitçiye seslendim. Durdu adam, “buyur amca” dedi. (Hala yadrıgıyorum anamın evinde sokaktan birinin bana amca demesine, ben bu evin hiç büyümeyen küçük oğluyum oysa.) Maya (Türkmen kadın) meğer sabah gazete, simit, boyoz almış bile. Pencereden sanki simitçi “amca!” dedi diye, “vazgeçtim!” dedim.

Bu kadın, yeni evliyken, biz ortaokula giderken, yıllarca çok çekmişti kayınvalidesinden. Dede üstüne genç kadın getirmiş, trene koyduğu gibi oğluna “biraz da anana sen bak bakalım” diyerek, tahta bir bavulla Söke’ye göndermişti. Babam bu oldubittiye ses çıkaramadı. Erzincan Kemah’tan çıkıp İstanbul’da Haydarpaşa Lisesini yatılı, Hukuk fakültesini baba desteğiyle okuyunca, yıllar sonra tüm bunların diyetini ödemenin zamanı geldiğini düşündü. Oysa babam öldükten sonra elime geçen bir kara kaplı defterde, babamın maaşını aldığı gün, babasına yüklüce bir para yardımını yıllarca sektirmeden yaptığını, özenle tutulmuş el yazısı notlarıdna görmüştüm. Demansı ile zor bir bakımı gerektiren babaanneli yıllarımız başlamıştı. Bu biz çocuklar için belki eğlenceliydi ama annemiz için yaşamı renksizleştiren büyük bir yüktü. Tâ ki babamın tayini Erzurum’a çıkıp da kamyon eşyalarımızı topladığında, yaşlı kara kedimizi Ortaklar’daki çöp şişçilerin oraya, Kemah’tan geçerken de babaanneyi dedenin evine bırakmıştı. Babaanne bakımsızlıktan ilk kışta ölüp gitmişti.

Onurumuzla doğup bir gün vakti geldiğinde onurumuzla ayrılmalıyız.

O son hazırladığı çakıl taş örgüsünü bitirirken, bu cümleyi iki kez içimden tekrarladım.

Şairin dediği gibi;

Yaşam tek bir gün o da bugün! (*)

___________________________

(*) Özdemir ASAF.

PH_117

NECLA GÜRSES (1931), BU YAZ (2009), MORDOĞAN’DA.

Özdemir Asaf'dan... BUGÜN VE BUGÜN
Öyle çabuk geçiyor ki günler
Hele sen de bir bak hayatına.
Daha dün doğmuşuz sanki
Yeni okula başlamışız
Yeni sevmişiz
Öyle çabuk geçiyor ki günler
Hele sen de bir bak hayatına
Yarın bitecek sanki her şey
Yarın ölecek gibiyiz.
Daha doymamışız yaşamasına
Günlerimiz dün bir, bugün iki
Sakın bir şey bırakma yarına
Yarın yok ki.

DİŞÇİ KOLTUĞUNDA KONUŞAMAZKEN DÜŞÜNEBİLDİKLERİM

26 KasIm 2008, Çarşamba

2000’de dişlerimi emanet ettiğim sevgili Diş Hekimi arkadaşım, “sana ekrandayken, stüdyonun spot ışıklarında parlamayan dişler yapmalıyız…” demişti. Öyle de yaptı. Uzun süre eksik dişlerle, eksik olanların yerine konulmuş geçici takma dişlerle günü geçirdim. Dikkat etmezsem ön dişlerimin konuşurken fırlamaya hazır olduğunu hissederdim. Neyse ki kazasız belasız bir ayı aşan bir sürede profilimi daha düzgün gösteren dişlere sahip olmuştum. (Eski TV program kayıtlarına bakıp ön dişlerdeki seyrekliğin kaybolduğunu görmek mümkündü.)

dis

Aradan çok değil beş yıl geçtiğinde o güzelim yapılı dişlerin takır takır fırladıklarını gördüm. Bir kısmı elimde kaldı, yerine çaktırmak yeniden üretimini gerektirdi. Bir kısmını cüzdan cebine koyup onlarsız da yaşayabileceğimi düşündüm. Ama çok geçmeden eksik diş sayısı yediye ulaşınca, ses çıkışımın değiştiğini, eskiden s’lerin tıslamasına razı iken, eksik diş fonetiğinin yaşlı zavallı bir sese dönüştüğünü görür oldum. Çiğneme fonksiyonlarının azalması bir yana, artık ısıramadığımı giderek yumuşak yiyeceklerin peşine düştüğümü fark ettim.

Diş hekimleri de empati yaparlar mı bilmem. Empati dediğim hastanın yerine kendini koyması gibi bir şey.

Kadın-doğumcu erkek doktorun kadın hastaya empatisi ne kadar dürüstlük taşır ayrı bir konu olsa gerek. Bir erkek olsa olsa kadın duyarlılığı geliştirebilir. Bir kadının asla geliştiremeyeceği bir kadın duyarlılığı! Yani tanımlanması ve de sınırlarının belirlenmesi olanaksız bir duygu durumu. Diş hekimi de kendi dişleri tedavi gerektirdiğinde kime teslim olur; o an neler hisseder; belli mi? En başta tüm handikapları bildiğinden olsa gerek; bir güvensizlik halkası içinde kolay kolay teslim olmaz!

“Tüm handikapları bilmek” meselesi, önemli bir konu. Bir hastam yaşlı annesini muayeneye getirmişti; eski diş hekimlerinden olduğunu söyleyince yıllar sonra sanki eski ilkokul müdürümle karşılaşmış gibi hafif heyecanlanmış anlamsız bir telaşa kapılmıştım. Ne yapmalıydım da mutlu ayrılmalılardı… Muayene bitip de odadan çıktıklarında hemen telefona sarılıp sekretere ödeme almamasını söyledim. Sekreter salondan gelip bu jestimi kabul etmediklerini, çünkü hastanın kızının da diş hekimi olduğunu, ondan defalarca zaten ödeme almış olduğumuzu belirtti. Bu kez daha da çaresizlik duygusuna kapılmıştım; başta yapmadığım empati şimdi anlamsız bir abartıya dönüşmüştü.

Bir keresinde sonradan doktor eşi olduğunu öğrendiğim orta yaşlı bayana, “neden doktor eşi olduğunuzu söylemediniz; özellikle gizlediniz?” diye sorduğumda; “size bir angarya hissi vermek istemedim.” demişti. Buna benzer bir anekdotu bir başka hekim arkadaşım, daha acımasız şekliyle yaşamıştı; kadın, “ne yani doktor eşi olduğumu söyleseydim; iyi bakmazdın” demişti! Angarya hissi ya da iyi bakmamak, ikisi de birbirinden kötü yorumlar, hatta yargısız infazlar!

Bir hekim ya da yakını, bir diğer hekim için gerçekten angarya mıdır? Oysa Hipokrat andı’nda[1] angaryadan hiç söz edilmemiştir. Biz hekimler, hekim olan ya da hekim yakını olan hastalara, gerçek hasta gibi bakmakta zorlanıyor muyuz? Sağlıkçı yakını olmak, bir komplikasyonun gelişme olasılığını artıran bir etken midir? Hasta bir Sağlıkçı ya da yakını ise “uğursuzluklar” onu mu buluvermektedir; yoksa nasıl olsa sağlıkçıdır diye bir “dikkat eksikliği” mi gelişmektedir.

Eğer bir uğursuzluk söz konusu ise mesleği gizlemek, sıradan biri gibi gözükmek, akıllıca olmalı. Yok, eğer dikkat ve yoğunluğun azalması söz konusu ise; bu nasıl bir mantıktır ki bile bile lades durumuna düşülmektedir! Oysa tam tersi olmalı; dikkat ve yoğunluk hiç esirgenmeyip iki katı sunulmalıdır.

Annemin sırt ağrısı nedeni ile ona hep bakan dâhiliyeci arkadaşa giderken; “eli boş gitmeyelim oğlum!” diye uyarması üzerine, muayenehanede başka hastalardan birinin getirdiği saksı çiçeğini de almıştık yanımıza. Dâhiliyeci arkadaş çok mutlu olduğunu söyledi; “teyzem maşallah iyi gözüküyor!” dedi, annem birkaç şikâyet sıraladıysa da, o yine sürdürdü moral vermeyi “yok yok iyisin iyisin!” dedi. Sonra “ne zahmet ettin teyzecim çiçek de getirmişsin” dedi. Biz de sonunda “neyse vaktinizi almayalım salonda bekleyen hastalarınız var” diyecek izin istedik. O da “yine beklerim, her İstanbul’a geldiğinde teyzemi görmek isterim” dedi. Sonuç olarak oradan muayenesiz bir şekilde ayrıldık. İki hafta sonra memleketine dönen annem telefonda müjdeyi verdi. “İzmir’de sağlık ocağı’na gittim; orada doktor kızım evladım sırtımı muayene etti, meğer sırtımda ha patladı ha patlayacak bir çıban varmış; sıktı boşalttı, Allah razı olsun kurtardı beni; şimdi çok iyiyim.” dedi. Çiçeği görüp çok mutlu olan ama muayene etme gereği duymayan telaşlı dahiliyeci arkadaşa mı kızayım; daha olmadı ben bakayım neymiş bu sırt ağrısı demeyi bile unutan kendime mi; onca yıllık doktorluğumuza mı?

Biz hastaya DOKUNMAYI unuttuk; bu kesin. Muayene şekillerimiz öyle modernize oldu; yaklaşımlarımıza pop kültür öyle bir bulaştı ki, dokunmadan, sadece sohbetle, televizyon ekranından, internet sayfalarından, ultrason aletinin ekranına birlikte bakarak her şeyi tamam, çözmüş durumdayız.[2] Dokunmadıkları, karnına bile el sürmedikleri hastaya, “sende fıtık var; önce kilo ver öyle gel” dedikleri için üç ay sonra kilo veremediği ve karnının daha da şiş olduğunu söyleyen hastada 4. evre yumurtalık kanseri rastladığımızda bunu kiminle nasıl paylaşabiliriz? Bu sıradan bir hikâye asla değil! Yine dokunmadıkları, karnına bile el sürmedikleri ama yaşı gereği hemen hormonlarına bakıp “menopoz dönemi için hormon takviyesi almanız şart!” dedikleri hasta yine üç ay sonra “bu ilaçlar yaramadı, düzensiz kanamalarım oldu, şimdi de kanamam hiç durmuyor” diye geldiğinde yine ileri evre yumurtalık kanseri yakaladığımız hastanın bu öyküsünü nasıl kimle paylaşmalıyız?

Eski hocalarımızın jinekoloji muayenelerini yaparken elleri vajende iken tavana bakıp, sanki duvarların ötesinde muayene bulgularını kendilerince 3 boyutlu şekle getirmeyi çalışır; sanki not alınmazsa uçup gidecekmiş gibi telaşla muayene bulgularını dosyaya yazdırırlardı. Muayene uzun sürer ve kendince çok kutsal sayılırdı. Onun bulduklarını bizler de bulabilir miyiz diye, hemen peşi sıra muayene yapabilmek için biz genç meslektaşları / öğrencileri sıraya girer; hatta bu sıraya girmede aramızda savaştığımız bile olurdu.

Sonra hoca hasta çıktığında bizi uyarırdı; “muayeneniz asla çok uzun ya da çok kısa olmayacak” derdi. “ölçülü olacaksınız; kısa sürüp sıradanlaşmayacak; uzun sürüp de hastayı taciz boyutuna geçmeyeceksiniz!” Yetmezmiş gibi eklerdi; “muayene sırasında yüzünüz asık, hiç hoşlanmadığınız bir işi yapıyor gibi olmalı! Hatta muayeneniz biraz ağrılı olmalı ki, hasta kendince zevk unsuru ya da sizin tacizinizi düşünmemeli!”

Muayene odasında hepimiz aynı asık suratlılık ve angarya iş yapar duygusuyla muayene sıramızı beklerdik.

Yıllar sonra, sanırım hasta hakkı / hasta hakkı öyle çok tekrarlandı ve de moda oldu ki; sonunda söz hakkı hastalarda kaldı. Hasta istemezse jinekolojik muayeneden vazgeçildi; hasta istedi, doğum şekli sezaryene karar verildi. Baş ağrısına muayenesiz doğrudan tomografi ya da MR grafileri isteme modası tam bu sırada başladı. Şimdilerde dibe vurmuş olmalıyız ki artık “SEZARYEN Mİ NORMAL DOĞUM MU SAĞLIKLI?” ya da “DOKTORLAR NEDEN HEP SEZARYAN TERCİH EDİYOR” veya “DOKTORLAR HASTAYI NEDEN SEZARYEN AMELİYATINA ZORLUYOR?” başlıklı tartışmalar, gazetelerin gündeminden asla düşmüyor. Bu bir bakıma, “yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı?” tartışması kıvamında bir durum.

gebe

Günümüzün modası HASTA HAKLARI ise, popüler kültür bu hak meselini bir tahterevalliye [3] dönüştürmekte asla gecikmemiştir. Doğaldır ki hasta hakkı yükseldikçe, hekim hakkı inecek, yok sayılacaktır. Hatta geçmişe yönelik kan davası akla gelecek; hasta haklarının geçmişe ait çiğnenmişliklerinin intikamı, tüm sağlıkçılardan çıkarılmaya başlanacaktır. Oysa görünmez bir tahterevalli ayrıca işlemekte; hekim hakları çiğnendikçe ve de hekimlerden haksız hesaplar soruldukça, öfke yükseldikçe hekim hizmet kalitesi düşmekte ve zararlı çıkan her iki taraf da olsa, daha çok hasta kesimi olmaktadır. Oysa sorun apaçık sistem sorunudur, tahterevallinin uçlarına hekim ve hastayı oturtmak baştan yanlıştır! Sonuçta olan olmuş, hekimler tacize uğramamak, geriye dönük hesaplaşmaların kucağına düşmemek yani mahkeme kapılarında “ihmal” ya da “hata” vurgulamalı tazminat davalarıyla karşılaşmamak için pasif hekimlik yapmayı, defansif (bela kovucu) hekimliği tercih etmeye başladılar. HASTA ONAM FORMLARI’NIN[4] çıkışı bu günlere rastlar. Artık en küçük işlemde bile ölüm riskini hastaya yüksek sesle okuyup, yetmezmiş gibi okutup anladığına kanaat getirip hastanın kendisine ve aklı yerinde yakınına imzalatmak gerekiyor. “İhmal” mi, asıl ihmal, “hasta onam formu” almadan ameliyata girmektir! Dikkatsizlik ve ihmal ancak form imzalatmamak olabilir.

cs

Sezaryen mi, normal doğum mu? sorgulamasının yanıtı elbette normal doğumdur.

Ama nerdeyse onlarca yıllık geçmişe bakıldığında, örneğin 10 yıl önce en az 4 gün ya da 1 hafta hastanede yatırılmayı gerektiren bir sezaryen operasyonu için, günümüzde bir ya da iki gece hastanede kalmak yeterlidir. 20–30 dakikaya inmiş bir operasyon ve 6. saat hastanın ayağa kalkabildiği, ağızdan sıvı alabildiği mükemmel bir anestezi uygulaması ile, ya da epidural anestezi gibi bir mucize uygulama sonucu, hiç uyumadan, bebeğin doğuşuna bile tanık olunabilen bir sezaryen operasyonu; nerdeyse evrim geçirmiş bir uygulamadır.

epiduraldt2

Oysa normal doğuma, geçmiş yıllar içinde hiçbir alt yapı desteği ve de kolaylık tanınmamıştır. Normal doğumun ağrısız kılınmasını sağlayacak EPİDURAL AĞRI GİDERME YÖNTEMİ, en başta Sağlık Bakanlığı nezdinde, hemen hemen hiç bir yerde uygulamaya girememiştir.

Günümüzün fast food kültürü alışkanlığı her şeyin çabuk bir an önce gerçekleşmesi beklentisini maalesef doğumhanelere de sokmuştur. Kimsenin dışarıda değil 9 doğurarak, birkaç saat sakin beklemeye gücü kalmamıştır. Korkunç bir güvensizlik, telaş, hastama ya da bebeğimize ya bir şey olursa korkusu ebelerin ve doğum hekimlerinin profesyonel yaklaşımlarına gölge düşürmektedir. “Bebeğe bir şey olsun seni sürdürürüz!” ya da “Hele bir şey olsun hastamıza yıkarız burayı!” tarzı tehdit ve diklenmeler, sonuçta hastane basan hasta yakınları, öfkeli kalabalıklar gazetelerin 3. sayfalarında yerini bulmaktadır.

doktorsaldırı

27 yıllık bir hekim, 5 yılı profesyonel eğitimde geçmiş 23 yıllık bir kadın-doğumcu olarak en çok duyduğum sorgulama “NEDEN SEZARYEN’E ALMADINIZ?” olmuştur. Mahkemelerde hep bu soruyu sorarlar? Tersi hiç sorulmaz. Bakmayın tersini hasta ve yakınlarının sorduğuna; çoğu ya normal doğuma göre çok ödeme yaptıklarından ya da düşlerindeki normal doğumu gerçekleştiremediklerinden söylenirler. Anne ve oksijensiz kalmamış sağlıklı bebek hedeflendiğinde; iyi / güven dolu işbirliği içinde neyi başardıysanız (normal doğum veya sezaryen) o yol ya da yöntem, o hasta ya da doğum için en iyisidir! Kimseye normal doğumu başardı diye madalyon takmazlar; ama sezaryene almayıp ihmal sonucu bebeği kaybederseniz sürüm sürüm sürünürsünüz mahkeme salonlarında!

Onca hasta hakkı söyleminden sonra hekimlerin de kendilerini korumaya almasından doğal ne olabilir?

“Tatlı uykusundan fedakârlık yapıp beni normal doğuma almadı, sezaryen yaptı!” denilerek suçlanan hekim mi, yoksa ille de o hekimi isteyen ısrar eden hasta mı sorumlu? Başta belli değil midir niyet?

“Ben normal doğumun risklerini alamıyorum.” diyen hekim daha en başta dürüst davranmış sayılmaz mı?
bebek28rn

“Doğum bir ekip işidir; işbirliğidir, normal doğumu hedefleyip yola çıkacağız, bu serüvende sonuna kadar güven ve işbirliği şart! Yarı yolda, ne ben ne de sizler sorumluluktan kaçmayacağız – kabul mü?” diyen hekim ve ekibi, daha en başta dürüst değil midir?

“Aaaa! Ben bu işin bu kadar zor, ağrılı olduğunu bilmiyordum!” diyecekseniz, sizinle nasıl işbirliği yapılabilir?

Yüzde 25, her şeye karşın sezaryen kararı alındığında, “boşu boşuna ağrılar çektirdiniz bana!” diyerek suçlama yapacaksanız; sizin ne işiniz olabilir “ille de normal doğum!” ısrarında!

Gelin bir kez daha düşünün! Doğum 3 perdelik bir dram oyunu gibidir. Her doğum, doğum şeklini, oyunun son perdesinde belirler… İlk perdede kaytarmak yok! İlk perdede kaytarıp “Bizi sezaryene zorluyorlar!” demek, gerçekten haksızlıktır.

Diş hekiminin koltuğuna teslim olmaktan ta nerelere geldik; hastamıza ille de normal doğum diyerek stresse sokmalı mıyız, yoksa güvendiğimiz hekim ne diyorsa o mu olmalıdır. Diş hekimi nasıl güvenilip sığınılacak bir liman ise; sonuçta biz kadın-doğumcuların da iyi birer liman olmaları gerekiyor. Biz ta eski yıllardan beri bu düşüncede idik; ama ne olduysa hasta hakkı söylemleri ile, bizi yargının önüne koymaya pek meraklı hale geldiler…

Diş hekimi ince iğneli şırıngasına çektiği lokal anestetik sıvının fazlasını havaya fışkırtırken dikkat ettim; iş koltuğa oturana kadarmış… gerisi boş!

____________________________________________________
[1] HİPOKRAT ANDI:
Hippokrat

Hekim Apollon Aesculapions, hygia panacea ve bütün Tanrı ve Tanrıçalar adına. And içerim, onları tanık ve şahit tutarım ki, bu andımı ve verdiğim sözü gücüm kuvvetim yettiği kadar yerine getireceğim. Bu sanatta hocamı, babam gibi tanıyacağım, rızkımı onunla paylaşacağım. Paraya ihtiyacı olursa kesemi onunla bölüşeceğim. Öğrenmek istedikleri takdirde onun çocuklarına bu sanatı bir ücret veya senet almaksızın öğreteceğim. Reçetelerin örneklerini, ağızdan bilgileri şifahi malumatı ve başka dersleri evlatlarıma, hocamın çocuklarına ve hekim andı içenlere öğreteceğim. Bunlardan başka bir kimseye öğretmeyeceğim. Gücüm yettiği kadar tedavimi hiç bir vakit kötülük için değil yardım için kullanacağım. Benden ağı ( zehir ) isteyene onu vermeyeceğim gibi, böyle bir hareket tarzını bile tavsiye etmeyeceğim. Bunun gibi bir gebe kadına çocuk düşürmesi için ilaç vermeyeceğim. Fakat hayatımı, sanatımı tertemiz bir şekilde kullanacağım. Bıçağımı mesanesinde taş olan muzdariplerde bile kullanmayacağım. Bunun için yerimi ehline terk edeceğim. Hangi eve girersem gireyim, hastaya yardım için gireceğim. Kasıtlı olan bütün kötülüklerden kaçınacağım. İster hür ister köle olsun erkek ve kadınların vücudunu kötüye kullanmaktan mazarrattan sakınacağım. Gerek sanatımın icrası sırasında, gerek sanatımın dışında insanlarla münasebette iken etrafımda olup bitenleri, görüp işittiklerimi bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım. Vegrorum arcana visa, audita intellecta nemo eliminet.

[2] HEKİMLİK MESLEK ETİĞİ KURALLARI
Muayenesiz Tedavi Yasağı Madde 23 - Hekim, acil olgular gibi zorunlu durumlar dışında, hastasını bizzat muayene etmeden tedavisine başlayamaz.

[3] tahterevalli
is. (tahtereva’lli) İki ucuna birer kişi oturup karşılıklı olarak havada yükselip inerek eğlenmeyi sağlayan, ortasından bir yere dayalı tahta veya metal araç, çöğüncek: “Küçükken tahterevalliye binmişsinizdir. İki ucundan biri inince öbürü kalkan bu nesne yalnız tahtadan olmaz.” -N. Hikmet. (TDK, Büyük Türkçe Sözlük)

[4] AYDINLATILMIŞ ONAM
“Bilgilendirilmiş yada aydınlatılmış onam; riskleri, yararları ile, alternatifleri ve onların da risk ve yararlarını kapsayan tedavi uygulamasının, hekim tarafından yeterli düzeyde ve uygun şekilde açıklanmasından ve hasta tarafından hiç bir tereddüde yer kalmayacak şekilde anlaşılmasından sonra, tıbbi tedavinin, uygulamanın hasta tarafından ‘gönüllülükle kabulü’ olarak tanımlanır.”

22 Ekim 2009 Perşembe

35 yıllık bir arkadaş; BARIŞ BAKLAN (*)

Tanıdığımda tıp fakültesi öğrenci kayıt kuyruğunda uzun boylu, devamlı sırıtan, kuyruğun ucunu bile espri konusu yapacak kadar gözlemci ve komik bir çocuktu. (1974)

Yani tam 35 yıl önce tanımışım. Topu topu 6 yıllık bir yan yana gelmişliğimiz vardır. 1980’de nasılsa yollarımız ayrılmış o sinir bir bölümü, sinirlerin sinirlenmek dışında da görev üstlendiği ayrıntıları araştıran bir bilim dalını NÖROLOJİ’yi seçmiş, bense kadınların o ayrılmaz ruhunu doğurdukları an dahil izleme merakımla olacak Kadın-Doğum uzmanlığını seçmişim, yani yollarımız ayrılmış ta 29 yıl önce.

uyku_labo

BARIŞ BAKLAN’ın UYKU LABORATUARI İÇİN AMBLEM ÇALIŞMASI, 2005

Son 29 yılda toplasan 29 gün beraber olmamışızdır. Ama olsun. Sanki dün akşam görüşmüş, sanki daha dün rakımızı içip söyleşmişiz gibi, kaldığımız yerden dostluğumuzu sürdüren kişileriz.

Bir ev ziyaretinde “viskiye buz dışında başka bir şey?” sorusuna inad ya, o sırada büfede gözüme ilişen şişeyi hedefleyip “biraz da tonik lütfen!” demiştim. Şaşırmış, “yoksa Istanbul’da yeni trend bu mu?” demişti. “Yok be sen sordun ben de bir şey ekleme gereği duydum” demeliydim, demedim, “evet” diye inadımı sürdürdüm.

En son yüz yüze uzun boylu görüşmemiz de bu olmuştu nitekim.

Sonraki e-mektup yazışmalarına Barış’ın çizdikleri de eklenmeye başlayınca, ona “madem yüz yüze buluşamıyoruz, ortak bir elektronik ortamda BLOG sayfasında buluşalım, yazı benden desen/çizi senden olsun.” dedim.

Bakalım önerime ne zaman eylemiyle katılacak.

Göreceğiz.

___________________________

(*) BARIŞ BAKLAN: 1980'li yıllarda, en çok izini sürdüğü karikatürist Nöroloji profesörü Cumhur Ertekin hocanın da büyük oranda etkisi ile, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı’nda Nöroloji uzmanlık eğitimini tamamladı. Şimdilerde kendisi de 9 Eylül Tıp Fakültesi’nde Nöroloji bölümünde bir öğretim üyesi. 9 Eylül Tıp Fakültesi’nin Nöroloji kliniğinin koridorları çizdiği özgün karikatürlerle dolu. Prof. Dr. Barış Baklan, iyi bir nörolog, iyi bir ressam/karikatürist, hepsi bir yana yaşama gülümseyerek bakan, yaşamla dalgasını geçerek mutlu olan bir dost.

21 Ekim 2009 Çarşamba

YILLAR SONRA EVİNE KAVUŞAN KİTAP

Kurye paketi getirip masamın üzerine koydu. Lacivert naylon kılıfını sıyırdım, karton kutu içinde tekrar bir paketle karşılaştım. Kartonu çekip mavi/yeşil arası ciltli kitap, yine şeffaf bir naylon kılıfla pırıl pırıl çıktı karşıma. Uzun süre dokunamadım. Odada o sessizlikte sanki kitap cildi de beni izliyor gibiydi. ulkemizdesagliksorunu

Eprimiş cilt bezinin üzerinde “1976-1977” yazıyordu. Hızla saydım geriye, tam 32 yıl , dile kolay.

Oturup konuşasım geldi, “sen nerelerdeydin 32 yıl, kimlerleydin? Sana dokunan, seni sarıp paketleyenler, bir kitaplığın rafında da ağırladılar mı, yoksa sandıklarda kötü kokan koliler içinde mi geçirdin bunca zamanını?”

“Hiç okuyan oldu mu seni, benden sonra…”

Tanıtım yazısında 52 sayfa denilmişti. Ne 52 sayfası, içinde onlarca makale var senin, en son makalenin son sayfasında 52 yazıyor sadece.

Kalın bir ciltli kitapsın sen. Nerden baksan 32 yaşındasın (kızım Yasmin’den çok çok büyüksün.)

İçinde bana ait iki makale var farkında mısın?

Nerden bileceksin, onlarca dergiden kesilip bir araya getirilmiş makalelerden bir kitap yapıp ciltlemişler, üzerine sarı yaldızlı yazı ile “ÜLKEMİZDE SAĞLIK SORUNU” demişler… İnan hala bu sorunlarla boğuşuyoruz bugünlerde, sayfalarını çevirip göz attım evet evet hala bugün bile TAM GÜN üzerine tartışmalar sürüyor, karşı mitingler, sağlık hizmeti çöktü feryatları, özelleştirmeler, sağlık sigorta sisteminin parayla alınır satılır bir sağlık hizmeti haline geldiği… vb. konular.

Nusret Fişek’in, Rahmi Dirican’ın, Erdal Atabek’in nefis yazıları var… tekrar okudum aynı keyifle.

Ben o yıllarda Tıp Fakültesinde 3. sınıf öğrenciydim ve İzmir Tabip Odası adına Beslenme üzerine çalışma yapmış, anketler uygulamış ve iki makale kaleme almıştım. Hatta biri ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİNİN BESLENMESİ ile ilgili idi. Evet o yıllarda yetersiz beslenmeden söz ederdik biz. Özellikle de nüfusun yarısının 25 yaşın altında gençlerden oluştuğu genç bir toplum olarak, sorun çok çok önemliydi. Değişen ne oldu? Gençlik bugün de yetersiz besleniyor ve genç tıbbiyeliler için bıçak kemiğe dayanmış durumda; hâla TAM GÜN ÇALIŞMA YASASI tartışılıyor…

Sayfaları çevirdikçe bazı satırların altını çizmiş olduğumu, bazı paragraflara yıldız işareti (bazan iki yıldız birden) koyduğumu gördüm.

Yasmin evde bu çizili yerlere bakıp “Hepsini sen mi çizdin baba?” dedi. “Senden sonra okuyup çizen olmuş mu?”

Bilse bu sorunun benim de masada duran ciltli kitaba ilk sorduğum soru olduğunu; Yasmin de şaşırır mıydı acaba?

Öksüz kalmış ciltli kitap yıllar sonra yeniden evine kavuşmuş gibi mutlu gözüktü gözüme.

Onu alıp kitaplık rafındaki en iyi yere kapağı okunacak şekilde koydum.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Tomris Uyar’ın 1989’da dedikleri…

26/3/1989

Sevgili  Ali  Nurettin,

Yeni  bir  yazarın  yeni  bir  başağrısı  olduğunu,   okurun ondan  kendini   koruması  gerektiğini   kim söylemişse,   doğru söylemiş.  Ama  genç  bir  yazarın bir  öykü-tutkununa kendini okutamayacağını  ileri   süren  kimse,  yanılmış. Öykülerini   okuyalı  epey  oldu.  Ne var  ki,   araya  kendi kitabımın  kaçınılmaz  düzeltileri,   Borges’in  çevirisinin yeniden gözden geçirilmesi,   çevirinin bitirilmesi  gibi işler  girince,   hemen yazamadım.

tomris_uyar

Öykülerinden bir  anlamda  uzaklaşmana     yazıklanmadım, sevindim.  Kurguya  önem veren bir  yazarsın  ama  bana tıp  mesleğine   ilişkin  konulara,   meslek gereği   karşılaş­tığın  kişilere   fazla  bir  çarpıcılık  katıyorsun  gibi   geliyor. Diyeceksin  ki,   bu   ilk  kitap  daha!   Ben  de   diyeceğim  ki,   bu işin  ilki   sonu   yoktur.  Yani  Horoz Vakti Hikayecileri'ni  yazan biri, Tüketilneyen’in  oldukça  sıradan  lirizmine,   42 Yazı'nın Çay ve Sempati    kolaylığına düşmese  keşke. Hem Borges ve caz,  hem de Memduh Şevket ve Müzeyyen Senar... Hele güzel  bir  kurguyu "emekli  bir  memura" vermen... Elbette,   bunlar  denenemez demiyorum ama  bu   durumda,  denenmiş olmuyorlar. Daha  inişsiz-çıkışsız bir  öykü  dünyası   kuracağına güveniyorum,   bana  iyilik-sağlık haberlerini   ileteceğine  de.

Sevgiler.

 

Öykü yazarı Tomris Uyar’ı Temmuz 2003’de kaybettik.

t_uyar_gazete

16 Ekim 2009 Cuma

İNTERNET BİR ÇÖPLüK MÜ?

Internette kaybolmanız mümkün… kaybolan şeyinizi bulmanız da! Tabii ki, Şey’inizin ne olduğu önemli. 

Internette bazan inanılmaz şeyler olur. Siz birini ya da biri sizi hiç ummadığınız anda buluverir.

Google’da adınızı yazıp sık sık bakmalısınız; hala aynı yerde misiniz, yoksa yeni sizi tanımlayan şeyler eklenmiş mi?

En azından ben bunu sıklıkla yaparım. Adımın geçtiği yerlerde durumlar nasıl onu görmek için bile, araştırmaya değer.

Nitekim bugün yaptığım son yoklamada adıma ait bir kitabın gittigidiyor.com’da satıldığını, hatta ancak 1 adet kaldığını öğrendim. Üstelik çok da eski bir eser 1977 yılına ait, ciltli. Üzerinde “ÜLKEMİZDE SAĞLIK SORUNU” yazıyor…   Fiyatını da öğrendim 10 TL.

ulkemizdesagliksorunu1

ÜLKEMİZDE SAĞLIK SORUNU / ALİ NURETTİN GÜRSES / 1977 – 52 SAYFA / ŞAHIS CİLDİNDE / TEMİZ

30 yıl geriden bugüne nasıl da bir sürpriz, şaşırmamak elde değil.

Bu benim 1977’de üniversite 3. sınıftayken sağlık sorunu üzerine bir yazımın bir dergide yer alması üzerine, buna benzer yazıları bir araya getirip özel olarak ciltlettirip, üzerine de yaldızlı harflerle ismimi “DERLEYEN” olarak yazdırdığım bir makaleler dosyası.

Tümüyle özel bana ait bir dosya; gel gör ki anamın evindeki sandıktan çıkıp savaflardan birine ulaşmış, o da sanırım internette satışa çıkarmış.

Alan çıkar mı; hiç sanmıyorum.

Bu ürün sahibini arıyor olmalı. Ve işte sahibi de internet çöplüğünde onu buldu!

7 Ekim 2009 Çarşamba

BİZİ KANDIRIYORLAR!

NOTEBOOK YA DA LAPTOP, GERÇEKTEN DİZÜSTÜ ANLAMINA MI GELİYOR?

amstad

Yaklaşık 20 yıldır bilgisayar kullanıyorum. İlk bilgisayarım abimin bana 2. el olarak sattığı AMSTAD idi. 3 buçuk inç (3,5”) dedikleri bir disketi vardı, sevimli bir monitörü, bir de fare’si, hepsi o kadar. İşlemcisi 256 kilobayt olabilir, hafizası olsa olsa 2 megabayt’tı. 1989-1991 arasında kullandım, nerdeyse bir kitap yazmamda, test soruları hazırlamamda işime yaradı. DOS programını kitaplardan öğrenip küçük bana göre ilginç programlar yazdım. Örneğin test sorularına a, b, c, d ve e şıklarını verip doğru olan seçilince “TEBRİKLER” demek, yanlış cevaplamada ise neden yanlış olduğunu açıklayan bir metinin devreye girmesi gibi… Banka faiz hesapları, gebe kadının gebelik haftasını hesaplamak gibi… güncel bir çok şeyi karşıladı. Yazıcısı iğne vuruşlu özellikteydi. Yazıcıya komut verip mutfakta su kaynatıp nesskafe hazırladıktan çok sonra cihaz yazmaya başlayabiliyordu.

Sonradan çok bilgisayarım oldu. Fiyatları hep dolar üzerindendi. Hiç ucuzlamadılar. O zamanlar öyle taksitle satış yapan da yoktu. Altı ayda bir çalışması yavaşlar, hep yeni eklentiler gerektirirdi. (Şİmdi de öyle sayılır; değişen bir şey yok!)

Windows’u bu bilgisayarlara nedense ikide bir yıkıp yeniden kurardık, hem de 13 disketle, saatlerimizi alırdı. O zamanlar virüsler de yoktu neden tüm sistemi sıfırlayıp yeniden kurmak gerekirdi, bilemezdik.

Internet yoktu örneğin. İlk internete benzer bir şeyi 1994’te B.B.S. (bilgi bilişim sistemi) ismi ile Ataköy merkezli bir bilgisayar ağı ile tanıdık. Bir modem ve telefon hattı gerekiyordu. Modemi hiç unutmam 250 dolara almıştım, 9 volt pille de çalışıyordu. Sanırım Ataköy’de bir numarayı çevirip merkez BBS bilgisayara bağlanıp, ona bağlanan diğer bilgisayar kullanıcıları ile CHAT’leşiyorduk. İlk chat’lerimiz böyle olmuş idi. Cihangir’den modemi ile bağlanan Dr. arkadaşıma bir hastam hakkında sorular sorup yorumlarını alırdım. Oysa telefonun öteki ucundaydı, telefonla konuşsam daha çabuk cevaplayacaktır. Ama bu sistemde dosya gönderme ve almayı keşfedince modemin işe yaradığını düşünmeye başladık. Hatlar iki de bir düşer, modeme her bağlanmada o zamanların PTT’sine kontür atlatırdık. İşin kötüsü BBS’ye bağlanmış birini telefonla arayıp araya girmek de mümkün değildi. (Cep telefonu da yoktu o yıllarda…) O zamanlar BBS üzerinden edebiyat dergisi yayınlayanlar bile vardı.

Sonra ilk gerçek interneti keşfettik; Dr. Emre IBM’in Hollanda merkezli bir internet ana sunucusunu keşfetmişti; bunun için bir disketten bilgisayara program yüklemek yetiyordu. Modem yolu ile bu kez Hollanda’ya bağlanıp ordan internet denizine açılmayı yaşadık; yıl 1995.

Sonraki yıllarda Gebze Tubitak sunucuna bağlanıp uzun metin ve rakamlardan oluşan seçenekler yardımı ile interneti tekrar tanıdık.

Tam o yılalrdaydı laptop ya da notebook denen dizüstü bilgisayarlara heves ettik. İlk laptop’um bir çin malı idi, iyi de parar vermiştim. Klavyesinde türkçe karakterler için etiketler yapıştırdık, türkçesi yoktu bilgisayarın. Böyle eksik ürünleri Sanayi Bakanlığı neden engellemez, neden ille de Türkçe olacak denilmez hiç anlamamışızdır. (Dese bizler interneti, dizüstü bilgisayarları, pda denilen cep bilgisayarlarını daha mı geç tanırdık acaba?)

Arızadan bir türlü kurtulmayan dizüstünü, bir başka yenisi ile değiştirdik, bu kez Ataköy 9 Kısım Migros otoparkında arabanın arka koltuğunda, hem de bizim terrier Nensi’nin yanıbaşında; herşeye havlayan köpeğimize karşın çaldırdık! (Nensi üniformalı, güvenlikçi tipli kişilere çok kızar ama çok ter kokan insanlara havlamazdı; demek ki iş üstü Nensi doğal yolarla susturulmuş olmalıydı.)

3. notebook’um Acer oldu. Ancak kapağı sert açılıp kapanıyor hatta giderek kapı gıcırtısı gibi ses çıkartıyordu. Tam 1 yıl dolduğuında ise (o zamanlar garanti süresi 1 yıldı), menteşe yerinden kapak fırlayıverdi. Acer servis kapağın menteşelerini ücret karşılığı değiştirdi. Ama o dönemde benim tavsiyemle yine aynı model Acer notebook alan 2 arkadaşın da kapak/menteşe zorlaması sorunları çıkınca garanti süreleri dolmadan servise durumu bildirmelerini istedik. Hatta onların takipçisi bizzat ben oldum. Sonuç olarak onlar ücretsiz servis alırlarken, Acer firması bana mahcubiyetinden olsa gerek, ödediğim servis ücretini geri vermek istedi. Ben de onlara madem beni haklı buldunuz o halde ben o sıra almayı düşünüp karar veremediğim ACER C100 TABLET PC’sini fark ödeyerek almak istediğimi belirttim. Uzun bir gidip gelen konuşmalardan sonra teklifim kabul edildi, fark ödeyerekl tablet sahibi oldum.

ACER C100

Acer C100 Tablet PC (2003)

Burada tekrar Sanayi Bakanlığı’nın kulaklarını çınlatalım. Bu tablet PC’nin en hoş özelliği özel kalemi ile ekranda el yazısı yazıp yazınızın ofis dosyalarına aktarılmasıdır. Bunda da bir TÜRKÇE/SİZLİK GELENEĞİMİZ sürmektedir; el yazısı ancak ingilizce olursa WORD programına aktarılabilmektedir. (Aynı sorunu çok değil birkaç yıl sonrası, 2005’de aldığım HP 6340 cep bilgisayarında yaşadım, sadece Türkçe dışı destek!)

Tablet olayı, hiç de beklediğim gibi olmadı. Serviste hasta vizitinde ekranı ters döndürüp notebook’u kitap gibi taşıyıp kalemiyle not almak ne mümkün, işi çabuklaştırmak yerine tam bir zaman kaybı!

Üzerindeki 256 mb ram, çok kısa süre sonra yetersiz kalacaktı. Nitekim artırma şansının olmadığını; artırsam da notebook’un PENTIUM III olması nedeni ile UYUMSUZ VEDE GEREKSİZ olacağını hemen öğrendim.

Kısa zamanda yüklenen programların altında tablet PC ezildi ezildi ve çabuık ısınma, ekranın donuvermesi gibi sorunlarla beni yarı yolda bırakmaya başladı. Pil ömrünün nerdeyse 20 dakikaya inivermesi ise ayrı bir sürprizdi. Ekranın 10.6” olması ise, yaş ilerledikçe okuma güçlüklerinin başladığı bir dönem için hiç de sürpriz değildi.

Şimdi 2007’de alıp tam 2 yılı Garanti süresi dolup da LCD ekranı iflas eden, kamerası çalışmayan, pil takılı ise faresi kilitlenen ACER 5602 dizüstünü, ekran kablosu ile masaüstü dış (external) LCD monitöre takıp masaüstü gibi kullanıyorum.

İşte bunca yazıyı da bunun için yazdım; DİZÜSTÜ GEREÇKTEN DİZÜSTÜ MÜDÜR?

Elektrik prizine yakın oturmak, fişe takmadan asla kullanamamak, pil ömrünün birkaç saati geçmediği, ağırlığının gülle gibi olan bu cihazlara kim DİZÜSTÜ diyebilir?!

Bir notebook asla dizüstünde kullanılamaz!

Nedeni çok açık ISINIR! (*)

Dizüstü kalamazsınız ille de bir masa sehpa ve yakınlarda bir elektrik prizi olmalıdır.

Ağırlık asla 2,4 kg. dan aşağı değildir, ıvırı zıvırı ve çantasıyla bu ağırlık her gün taşırsanız tam bir omuz düşmanıdır!

(*) http://www.kaannotebook.com/ Notebook lara Dizüstü de denmektedir ama kucağınızda dizinizde açıkçası yumuşak ortamlarda yatakta yorgan ustunde kullanılabilir anlamında değildir. Yumuşak zeminler notebook altını tamamen kapatarak sağutucu kanalların tıkanmasına ve notebookların havalandırma yapamasına sebebiyet vermektedir . Genel olarak Havalandırma kanalları altta ve yanlarda olduğu için bu tip kullanım hatalıdır.

6 Ekim 2009 Salı

Hekim olmak…

Bu yaz poliklinik kapımı yaklaşık 25 yıl önceden bir hastam çaldı. Tatil için geldikleri yerde küçük kızları çok sözü edilen doktoru, kendisini dünyaya getirmiş doktorunu görmek istemiş…

Fotograf-0016

Sanki dün gibi hatırladığım bir doğum geldi gözlerimimin önüne… Bakırköy SSK Doğumevi’nde sabah saatlerinde acilen girdiğimiz bir sezaryen operasyonu sonrası aramıza katılan bu küçük kızın gözlerinden geçmişin tüm bulanıklığına inad ışıl ışıl mutluluk yayılıyordu.

Ablası şimdilerde Cerrahpaşa Tıp 2. sınıfında, birkaç yıl sonra kendi de doktor olacak bir genç kız… Nasıl bir hekimle karşılaşacağını belki herkesten çok kendi merak ediyor olmalıydı.

Fotograf-0019

İkisini de keyifle kucakladım… fotoğraflarla o an’ı anılarımıza katmak istedik.

Hekim olmak işte böyle bir şeydi. O yorgun günün en keyifli anı’sı da bu oldu. (Onlar da tatillerini çok iyi bir yerde noktalamışlardı; eminim.)

Müzikte kreşendo (*) dedikleri bu olsa gerek; hekim olmak işte bu demek.

___________

(*) Klasik müzikte, parçanın sonuna doğru ses ve ritmin giderek yükselmesi ve görkemli bir zirveye ulaşması, “kreşendo” olarak betimlenir.

2 Ekim 2009 Cuma

HYMENALIS MYRTHYFORMES

HYMEN




Kuşkucu bir sevgilim vardı; bir gün aniden "Sarılık mıyım yoksa ben?!" dedi.
Zavallı bir hekim adayı olarak ilk defa kan ve idrar tetkiklerinin o inanılmaz dünyasına, hastanın seyir cephesinden bakar oldum. C_istek

Ne sevimsiz ve bilim dışı bir ortam!
"Tekrarı gerekir!"ler...
"Bir de kan değerleri görelim"ler...
"Tabii ki gerekir"ler...
Derken "Artık değil sevişmek, öpüşmeyecek miyiz?" günleri başladı.
Seven erkek ne yapar bilemiyorum; kendine de hastalık geçer diye gizlice sıvışmanın yollarını mı arar, yoksa ne kadar kahraman olduğunu mu gösterir... (Öyle ya, işin içinde mikrop ve de virüslere yabancı olmayan bir insan, tersine daha cesur ve de korkusuz mu olmalıdır?)
"En kahraman sevgili"yi yaşamak istediğimden; belki de birkaç gün uzak durmaya pek katlanamadığımdan, pek uzun sürmedi bizim cinsel perhiz. Hatta sonraki günlerde sevişmelerimiz sanki bir veba ortamındaymış gibi, daha bir başkaldırı ve şehvet kazandı.
İşte tam o günlerin arsızlık ve de sınırsızlığına rastlar.
Nasıl olduysa, "Bir bakalım, ne çıkar?" krizine tutulduk.
Sarılık sağanağını henüz yeni atlatmıştık ki, bu kez elde el feneri, yüzde her an değişen olumlu olumsuz anlamlar; tam olarak ne aradığımı bile bilemeden, kendimi çevresinde tedirgin dolaşıp da pek içerilere göz atamadığım yasak bahçenin kapı aralığında buluverdim.
Epey gözlemden sonra işin içinden çıkamadım ve "Pek belli değil!" dedim.
Ne demek "pek belli değil?" Bozulmuş mu, bozulmamış mı; yanıtlanması gereken şey bu oysa. Olmak ya da olmamak gibi! Bir yumurtanın ya da sosisin sağlam ya da bozulmuş olması gibi. Yemeli mi, yoksa çöpe mi atmalı? Asıl mesele burda!
"Kavun değil ki koklayasın!" derler, ta çocukluk günlerimden anımsarım. Oysa işte yakınındayım, koklayacak denli üstelik. Unutmamam gerek; sorumluluğu bana ait olan bir şeyin "teftişi" bu!
gerdek2
Aslında işin içinden sıyrılmak da çok kolay; "Yoksa sen bir başkasıyla?" - "bak benim ne denli dikkatli olduğumu bilirsin..." - "hiç seni zorladığım oldu mu?"
"Pek belli değil!" dedim ve çıktım işin içinden.
gerdek1
Zavallı sevgilim! Koca tıp bilimi ve ben, seni sarılık olmadığına inandırdık da, işte o "mesele"de sana bir "netice" veremedik, yazıklar olsun bize!
O gün bugün, ne zaman eğilip kulaklarını çeker gibi o güzelim deri parçacığını gererek görüntüyü BOZUK/SAĞLAM ikilemine indirgesem, sen geliyorsun aklıma.
Tabii o günün üstüne korkunç bir deneyim ve tanımlama yeteneği kazandı o zavallı şaşkın sevgili! Şimdi göğsümü gere gere söyleyebilirim, sapına kadar sağlamdın sen sevgilim; yani bizim yaşlı meslekdaşların dedikleri gibi KIZ OĞLAN KIZ'dın! (Ama bu nasıl bir sağlamlıktı ki, benimle çoşkulu ve de sınırsız seksi de aynı zamanda yaşamıştın!)
Şimdilerde anlıyorum, asıl kutlanması gereken BEN'dim.
  
En son gördüğüm, kontrol amacıyla gelen genç bayan hasta, muayene sonrası durumunu söylediğimde hiç şaşırmamış; "Zaten sinirime dokunuyordu, yaşamıma yeni biri girmeseydi ben kendi ellerimle onu yok edecektim." demişti. O an yine seni anımsadım inan. Nerden nereye...
Yeni kuşak "sinirine dokunan bir illet" olarak kurtulmaya çalışıyor. Benim ülkemde de birşeyler değişiyor; kesin! Ama ne kadar, nereye kadar? Katı kuralcılığın olduğu ortamlarda birilerinin yine de "kazıklandıklarını" düşünüyorum.
Ameliyat masasında kanserinden kurtulmak için her türlü derin doku çıkarımını kabullenip de, "Ne olur benim bu yaşa dek hiç evlenmediğimi unutmayın! Oraya bir zarar gelmez değil mi?" diye yalvaran gözlerle güvence isteyen yaşlı bekar kadınları da görmüştüm.
"Kefenin cebi yok!" denirdi paranın giderayak öneminin olmadığını anlatmak için. Ama belli ki kutsanmışlığa kefende yer vardı! O sırada yan ameliyat odasında "kutsal perdeye" zarar vermeden yapılan "zorunlu kürtajlar" da gördüm. Eee o da asıl beceri isteyen bir incelikti. Usta cerrahı mı, yoksa o an masada gururla yatan genç kızı mı kutlamalı?
Doğumda nerdeyse bebek çıktı çıkacak, korkunç gözleriyle "Benim durumum ne olacak, biz hiç birşey yapmadık, yani ilişkide bulunmadık bile. Zar ya bebeğe engel olursa!?" diye sorular soran kadına mı... yoksa dışarda bekleyen güçlü "erkek" kocaya mı şaşmalı? Demek ki kimileri daha doğarken kutsal bahçenin çitini devirerek katılıyorlar aramıza.
"Çit meselesi" önemli. Sol kolu mühürlü kadınların o hazin bakışları yorar çoğu zaman insanın ruhunu. İlişkinin ne olduğundan daha çok, yani kutsal bahçenin meyvelerinden çok, hemen girişteki çit önemlidir çünkü.
Kahrolası çit hemen her zaman şaşırtmalarla doludur. Tıpkı belediye parklarının o gördüğümüz çeşit çeşit çitleri gibi! Kimisi eğil başını gir içeri, sivri dikenlere dokunmazsın bile. Ne sana ne çite birşey olmaz. Ama bazısı büyükkent belediyelerinin otobüse "tahsisli" yolları gibidir.
Kaldırsan ayağını aşamaz, altından geçmek istesen geçemezsin! "Şimdi bak kardeşim çitten birileri geçmiş de olabilir, geçmemiş de..." - "Peki ne diyeceğiz, bahçeye tecavüz olmuş mudur?" - "Çite göre konuşursak olmamıştır, ama olmuş olsa bile iz oluşmamış da olabilir?!" - "Ya olduysa?"
Yeni bir sorun; eğer çit on gün içinde aşılmaya kalkışılmışsa ancak onu söyleyebiliriz. Şayet 11 gün önce ya da 111 gün önce bir şey olmuşsa, ikisi de aynı kabul edilir! (Hekim ola ki "12 gün önce ilişki olmuştur" derse; hekime "Yoksa siz de orda mıydınız?" diye sorarlar.)
Kuşkucu sevgilim "Pek belli değil!" sözümden sonra, artık ilişkimizdeki herşeyin daha belli olmasına özen gösteriyordu. Bu "mesele" de benim kafamı yeterince karıştırmaya başlamıştı.
Çok geçmeden birkaç gözlem sonrası diplomamızı elimize tutuşturdular. O dönemlerde Adalet Bakanı gazetenin birine demeç vermişti; "Kimse kendi isteği olmadan o tür muayeneye tabii tutulamaz!" deniliyordu. O gazete haberini kesip, bir süre makam masamda sakladım. Ama nedir ki Anadolu'da kendi isteği olmayan bir "taraf" göremedim.
Orta Anadolu'da "mesele" biraz yumuşamış, yıkılması gereken çit olmaktan çıkarak, "beceriksiz" erkeklerin arkasına kolayca gizlendikleri bir perde durumuna gelmişti.
Bir "TUTUK" sözüdür gidiyordu. "TUTUK" çıkmıştı kız, hadi bakalım yaka paça doğru hekime. Tutuklanan yine kadınlardı. Ama bu kez sol kol mühürlü değil, kendi isteğiyle, tüm "cemaat" bir arada! Hem de ertesi sabahı beklemeden, gecenin birinde, ikisinde. Hatta akşam ezanı yeni okunuyorken...
Kendi köylerinden yaşlı bir ebe mi uydurmuş, yoksa gözü dönmüş yaşlı bayan hekim mi; özellikle yaz aylarındaki düğün derneklerde üç gelinden biri "tutuk" çıkıveriyordu!
Sonuç olarak üç gelinin birine "jilet atmak" (evet deyim aynen böyledir) gerekiyordu. Artık bistürinin ucu nereye dayanıyorsa, mutlak birkaç damla kan akıtılmış "mesele" çözülmüş oluyordu! Gerçekte ise, "beceriksiz damat", ancak bu yolla yeteri kadar zaman kazanıyordu.
Birşeyler değişiyor... Orta Anadolu'da çoğu insan artık kanlı çarşafın peşine düşmektense, "tutuk" olayının arkasına saklanmayı yeğliyor. "Tutuk mu?" sorusu, küçük çocuklardan yaşlı köy insanlarına dek hemen herkesce bilinen bir dertti.
Oysa çoğu, "erkek etken"in hiç gizlenemediği dramatik yenilgilerdi.
Genç kız "ereksiyonu" bile bilmezken, deneyimsiz erkeğin şaşkınlığı ve telaşı sonunda, yine de yargılanan kadının kendisi oluyordu işte!
Benim fırsatçı orta aydın hekimim ya da kolay inanan köy ebem, bu kez yeni bir anlayışı; daha çok da kendi çıkarı için yaratıp büyütüyordu; Üçün biri tutuktu gelinlerin.
"Kesmeye biçmeye gerek yok!" diyordum. "Bu iki deneyimsiz insana biraz zaman verin. Bırakın kendileri birbirlerini tanısınlar. Nasıl olsa olacak bu iş..."
Bu gibi sözler, "jilet atmak" kadar etkili olamıyordu. (Toplumsal dengenin kendi gizil diyalektiği mi bunu gerektiriyordu, bir türlü çözememiştim!)
Gençkızın bir kez canı yandı mı; hele bir de kan aktı mı; "mesele" bitiyor, "beceriksiz" damat ise yaşadığı "kısır döngü"den bir şekilde kurtuluveriyordu. (Ben hekim olmama karşın, olayın bu kadar hızlı çözümlenmesine şaşırıyordum.)
"Tutuk" diyerek gelinlerini getiren, her gün öğüt dinleyip giden ailenin büyükleri, sonunda beni bir kenara çekip akıl vermişlerdi:
"Bu böyle olmayacak. Senin de bir şey yaptığın yok. Parası neyse verelim, bu çocuklar mağdur durumda kalmasınlar. Şu işi senin şuracıkta, sen başlarındayken yapıversinler!"
Artık bıçak kemiğe dayanmıştı, farkındaydım. Ama benim kendi ekmek teknemin buluşma yeri olamayacağını da bir şekilde belirtmeliydim!
Sonuç vermeyen öğütleri bırakıp, ilk kez gözleme dayalı ikili ders uygulamasındaydı sıra.
Delikanlıya "burası şu, şurası da bu" diyerek yapılan "çevremizi tanıyalım" yollu gezintide, genç kız kendi gövdesine verilen bu önemden fazlasıyla onurlanmış, erkekse ellerini beline dayayıp, gözlerini oraya dikerek; "Ohoo! Bundan kolay ne var! Ben bunu yaparım!" demişti.
Genç damat anlatıyordu: her sabah gelinin erkek kardeşi eve gelip de kızı mutfağa çekiyor, "Nasıl var mı bir haber?" diye soruyordu.
Üstelik gelin, "Tamam, oldu!" demediği için de küfredip selamsız sabahsız kapıyı çarparak gidiyordu. Sinirleri bozulmuştu damadın bir kerre; olmuyordu işte! Delikanlı bir süre geldi gitti muayeneye. Ama anladım ki ikimizden birinin aradan çıkması gerekiyordu! Ya damadın korkulu düşü kayınbirader, ya da pek yararı olmadan sırrını bilen hekim!
Nitekim kayınbiraderin düğün evine sabah viziti yapmadığı bir günün öğle sonrası "mesele" bitirilmişti.
Genç kızlar, hücrelerinden yeni çıkarılmış bir tutuklu gibi ("tutuk" sözüne yakışırcasına) gelirlerdi. Hiç anlayamadığım bir şey; çoğu zaman kızın yanında damat olmaz, onun yerine damadın erkek kardeşi ya da bu kalabalığı taşıyan dolmuş şoförünün ta kendisi bulunurdu! Eğer damat varsa, damadın yanında onun en yakın mahalle arkadaşı, ya da birkaç meyhane arkadaşı mutlaka "olayın tanıkları" amacıyla yer alırlardı. Bugün birinin derdi ise, yarın mutlaka bir başkasının olacaktı! Ve böylece yanlış olan gelenek kuşaktan kuşağa ulaşacaktı!
"Tutuk oyunu"na onların istediği gibi katılamadığımdan bana kızıp, "Bir şey yaptığın da yok senin!" diye öfkelenirlerdi.
Şimdilerde o kuru kırçıl kasabada kimler ne yapıyordur, bilemiyorum.
Ama bildiğim birşey; toplum kendi sibobunu en güzel biçimiyle kendisi oluşturuyordu.
Benim kuşkucu eski sevgilim, senin durumunu el feneriyle anlamaya çalıştığımız günden bugüne, aslında pek şazla şey değişmedi. O genç bayan hastam onurlu bakışıyla, "Zaten sinirime dokunuyordu, kendim halledecektim..." dese bile, bu böyle.
Yine bir yerlerde mikroskop altında erkek hücre aranıyor... Altı ayda bir, arabaların rod balans ayarı gibi "birşey olmuş mu?" denilerek "check-up" isteniyor.

_________________________________________
[1] Tıp dilinde "himen" (kızlık zarı) artığı.