Kahraman Kim?

Kahraman Kim?
Who is The Hero?

4 Kasım 2009 Çarşamba

ZOOM! (öykü)

1994'te bir kaza sonucu aramızdan ayrılan sevgili Dr. Gani BAHADIRLI'nın anısına.


Ona söz vermiş, "Peki yarın gelir ve elimden geleni yaparım." demiştim.


Telefonu kapattığımda, "Izin alınmış mı?", "Gizlice mi yapılacak?", "Bir sorun çıkabilir mi?" gibi sorular kafamda uç vermeye başlamıştı bile.


Ürolog arkadaşım, yarınki ameliyatını kameraya çekmemi istiyordu. Benim amatör çoşkumu sezmiş, bilerek kışkırtıyordu: "Üzerine sonradan seslendirme yapabilir miyiz?" diye soruyor, "Fon müziği koyarsak daha kolay izlenir, ne dersin?" diyordu. Amacı bu işten benim de keyif alabilmemdi.


Ona "dubbing" yapamayacağımızı; canlı çekim anında ne konuşulursa herşeyin olduğu gibi kayda geçeceğini anlattım. Görüntüde montaj mümkünse de, sese birşey ya­pamazdık; bunu bilmeliydi.


Oysa günümüzde video kayıt cihazlarının ilk başlardaki albenisi kalmamıştı. Ilk kul­landığım günlerdeki kadar keyif alamıyordum. Ama ilk kez bir ameliyata, ameliyathane ortamına girecekti. Bu yeni birşeydi.


Ertesi gün, kamerayı yüklenip, verilen saatte ameliyathanede oldum.


Başlangıçta herşey alıştığım gibiydi. Üzerime yeşil ameliyat gömlek ve pantolununu geçirdim. Islaktı giydiklerim.


Yanyana üç ameliyat masasından diptekinde çalışacaktık. Ürolog cerrah arkadaşım hazırlığını yapmıştı. Biraz gergin görünüyordu. Maskesinin üzerinden tedirgin bir çift göz beni göz altına almıştı bile.


Anestezi makinesinin hemen arkasına düzenimi kurup, hazır olduğumu söyledim.


"Hastanın uyumasını bekleyecek miyiz?" diye sordum.


"Iyi olur!" dediğine bakılırsa, hastanın bu çekim işinden haberi olmayacaktı.


Merak edip sordum; "Vak'a nedir?"


60 yaşında, erkek hasta... prostat büyümesi sonucu takibe alınmış... ikinci devrede (ilerlemiş) kötü huylu bir prostat kanseri düşünülüyor... Uygulanacak olan operasyon, prostat dokusunun tümüyle çıkarılması... Aynı ameliyat sırasında, tümöre ait bir yayılım var mı yok mu anlamak için; karın içi lenf düğümlerinden örneklemeler yapıla­cak...


"Batın kesisi nasıl olacak?" diye soruyorum. Amacım hastanın hangi pozisyonda yata­cağını öğrenmek.


Hemen belirtiyorum; filme hastanın cinsel görüntüsü girmezse iyi olur. "Nasıl istersen öyle örteriz." diyor; rahatlıyorum.


Ilkin farkında olmadığım birşey, yavaş yavaş içimde büyüyor. Hemen herşeye bir başka gözle baktığımı, kamera vizörünün etkisi altına girdiğimi hissediyorum.


Üzerime telaşla geçirdiğim yeşil giysiler ıslak ve nemli! Bunda şaşacak bir şey yok, her zaman ıslaktırlar, ama bu kez, belki de ilk kez, bunun rahatsızlığını duyuyorum!


Ayağıma giydiğim galoşların üzeri kirli ve kanlı! Kimbilir hangi zamandan kalma kan lekesi, iyice siyahlaşmış; düştüğü günki damla görüntüsünü inadla koruyor.


Kağıt maskelerin olduğu kutudan yeni bir maske çektiğimi sanarken, o an farkediyorum; bir kez kullanılıp atılan bu kağıt maskeler yıkanmış, kurutulup kutuya yeniden konul­muşlar! O yüzden buruşuklar ve tuhaf kokuyorlar. Başıma geçirdiğim kağıt ameliyat kepi de pek farklı değil!


Ameliyata hazırlanan ekibe, yine aynı vizörden bakmayı sürdürü-yorum. Henüz kameraya start vermediysem de, herşeyi vizörün gösterdiği büyü içinde görmekten kurtulamıyorum.


Anestezi doktoru, gömleğinin üstünden karnını kaşıyarak yaklaşıyor. Yine dün gece fazla kaçırmış, onu anlatıyor. "Spor da yapamıyor, ne olacak bunun sonu?"


Çok dertli: "Her yanımız löpür löpür yağ bağladı, fıçı gibi olduk." diyor.


Sonra hastaya göz atıp, ondaki "fıçı" görüntüsünü "Işimiz zor!" diye yorumluyor.


Hastaya dönüp "Boynunuz da pek kısa! Bakalım sizi nasıl uyatabileceğiz!?" diyor.


Sırası mı şimdi bu sözün!?


Hasta adam, yattığı yerde, üzerindeki ameliyat gömleğiyle hafif üşümüş (ola ki o giydiği kefen benzeri gömlek de ıslak ve nemliydi); "Ya uyayamazsam?" diyerek telaşlanmıştı.


Oysa hastanın boynunun kısa olması, bilmese de olacak bir özelliğiydi!


Hasta tam birşeyler söylemek isterken, damardan yapılan iğnenin etkisiyle dalıp gitmişti.


Anestezi teknisyeni, nedense tam o uyuma anında hastayı konuşturuyor, hasta da sorulan sorulara yanıt verirken dili dolanıyor, korkunç güçlük çekiyordu. Bunu neden yapar­lardı? Teknisyen kızlar bu gereksiz konuşmayı bilmem ki nerden öğrenmişlerdir? Uyu­maya çabalayan biri niçin konuşturulur, bunun bilimsel olarak ne yararı olabilir? Olsa olsa hastanın zavallı görünümü çıkardığı komik seslerle daha bir zavallılaşır.


* * *


Üniversitede tanıdığım bir hocamız; hasta tam uyku haline geçene dek, odada çıt çıksın istemezdi. Özellikle madeni metalik seslerin, hastada o an zaten var olan metal tadı korkuları artıracağını söylerdi.


"Hasta nasıl uyursa öyle uyanır." derdi ve hastayı, özellikle bayan hastaları, yüzlerini ve saçlarını okşayarak uyutmayı bir sanat olarak görürdü.


Kadın hastaların o nefret ettikleri pozisyonda hazırlanıp, sonra uyutulmalarına da karşıydı. Hastanın henüz daha uyanıkken, onca insanın önünde, o bildik bacaklar ha­vada önü açık durumda çıplak yatması, akıl alacak şey değildi!


Isterdi ki hasta hiç birşeyi görmeden uyusun ve yapılacak olan işlemler, uyuyan bir gövdeye uygulansın. Zaten uyuyan bir gövde, uyanık duran çıplak kadına göre daha bilimsel ve "hasta" tanımına daha uygun düşecektir.


Ameliyat masasında yatan çıplak bir kadının, hangi durumda bir "hasta"; hangi durumda bir "kadın" olarak algılanacağına çok kafa yormuştuk. Hoca çok haklıydı!


Ameliyat odasında kafalarında kepleri ve bir tek gözlerini dışarda bırakan maskeleriyle, kimin kim olduğu; müstahdem mi, doktor mu, teknisyen mi, gerçekten belli olmazdı.


Çoğu hasta; ameliyatını yapacak olan doktorunu çok sonra farkeder, "Ay siz burda mıydınız?" diye şaşırır, "siz yoksunuz diye ne korktum!" diyerek paniğini anlatırdı.


Ameliyat odasında hastanın ilk kez gördüğü, tanımadığı bir yığın insan vardır... Henüz yeni tanıştığı bir anestezi uzmanı. Kendisine nedense pek fazla yüz vermeyen anestezi teknisyenleri. Ameliyat hemşire-leri, teknisyenler, temizlik ve taşıma işini üstlenmiş müstahdemler...


En önemlisi erkek ameliyat teknisyenleridir. Işte asıl onlar her tür işe koşturulurlar. Gerektiğinde kadın hastayı sedyeyle ameliyat odasına getirip masaya aktaran ve kol kuvveti isteyen durumlarda; hastayı kalçalarından tuttuğu gibi masada çekip çevirenler yine onlardır. Eğer istenirse hastanın çıplak gövdesindeki ameliyat yerini de ilaçlı sularla onlar yıkarlar. Yeri geldiğinde idrar deliğine sonda uygulamak da onların işidir. Bir tek sesleri akılda kalır. Bir an görünür ve hemen kaybolurlar. Ameliyat bitip de hasta yatağına döndüğünde yokturlar ve bir daha da hiç olmazlar!


Herşey ameliyat odasının içinde yaşanacak ve sadece orda kalacaktır! Dışarıya hiç birşey çıkmayacaktır! (Ama ordaki insanların da az sonra kendi yaşamlarına dönüp otobüs kuyruklarında bekleyecekleri, bütün ay boyu KDV fişi toplayıp biriktirecekleri, akşam Show TV'de "Gece Keyfi" programını izleyecekleri, yemek masasından "yine çok kaçırdık!" diyerek kalkacakları düşünülürse; her yer insandır!)


* * *


Baktım masada çıplak yatan erkek hastanın göbeği; ameliyat masasının yarısını kaplamış, tıpkı deniz kenarında çocukların yaptığı bir kum tepesi gibi kabarık duruyordu.


Kocaman, traşsız bir yüzü vardı adamın. Uykuya yeni dalmıştı. Teknisyen kız, oksijen alması için, hastanın dudaklarına siyah bir maske tutuyordu. Yüzünde tam uyurkenki tedirginlik donmuş kalmış, gözleri hafif yaşlanmıştı. Tüm gövdesi şimdi gevşemiş, iri göbeğinin altında hastalığından kurtulmayı bekleyen yılların yorgunu organ da öylece ufalmış, boynu bükük duruyordu.


Sıra, hastanın soluk borusuna tüp yutturma işinde gelmişti. Anestezi uzmanı, elindeki laringoskop denilen cihazı, hastanın ağzına ayakkabı çekeceği gibi takmış; soluk borusunun deliğini bulmaya çalışıyordu.


Hastanın boynu kısa olduğundan, onca çabaya karşılık, bir türlü deliği bulup, soluk borusuna yerleştireceği tübün ucunu o delikten öteye itemiyordu.


Teknisyen kızların artık alıştıkları bir dilde söylendi. Içinden geldiği gibi, çok doğal biçimde küfredebiliyordu. Her yer insandı çünkü!


Anestezi uzmanı, epey zorlanınca son çare olarak, içersinden sert tel geçirilmiş bir tüp kılavuzu kullandı ve ulaştı deliğe. Soluk ve yemek boruları yanyana olduğundan tübün yanlış yere itilmesi herşeyi daha başlangıçta bitirebilirdi!


Hasta hazırdı artık. "Şimdi başlayabilirsiniz!" dedi ve zafer kazanmış bir komutan edasıyla, hastayı teknisyen kızın gözlemine bırakarak odadan ayrıldı.


Teknisyen kız, balonla tübe gönderdiği havanın gerçekten akciğerlere mi, yoksa mideye mi gittiğini bir süre anlamaya çalıştı. Sıkılınca bu yersiz şüphenin peşini bıraktı. Belki de "Aman bana ne! Koskoca uzman doktor şüphe duymadı, çekti gitti, üstelik sorumluluk onun, demek ki tüp doğru yerde!" diye düşündü.


Hastanın üzeri şimdi yeşil örtülerle örtülmüş, tepedeki iki dev ameliyat lambası tam yeşil örtülerin boş bıraktığı aralığı aydınlatıyordu. Zoom yaparak o alanı ekrana getirmeliydim. Çıplak ışık, hastanın açıktaki cildini süt beyazı bir renge dönüştür­müştü.


Cerrah arkadaş, kendinden emin, sert ve kararlı bir bistüri darbesiyle o aydınlanan alanı ikiye ayırdı. Önce sarı sulu bir yağ dokusu göründü ekranda. Çok geçmeden sarı renk yerini kanayan noktacıklarla kırmızıya bıraktı.


Cerrah, "Klemp!" dedi. Şimdi kanayan yerleri tutmanın telaşındaydı, sesi sert çıkmıştı; yüzüne zoom yapmalıydım.


Ameliyat hemşiresi, tıpkı filmlerdeki gibi, klempi cerrahın açık duran avucuna şapp diye vurarak verdi. Çok ses olmuştu, cerrahın canı yanmış da olabilirdi. Ama ses çıkar­madı.


* * *


Ameliyat sırasında cerrahtan azar işiten, bir deyimle hak etmeksizin "fırça yiyen" hemşireler; bu durumdan rahatsız olmuşlarsa, bunu, uzattıkları aletleri cerrahın avucuna daha sert vurarak belli etmeye çalışırlar.


Cerrah bu başkaldırıyı kabullenmezse, eline verilen aleti ya beğenmediği için, "başka alet ver!" diyerek; ya da "doğru dürüst alet ver!" diye söylenerek fırlatıp atar.


Cerrahların bu kaprisli tavrına çoğu zaman ses çıkarılmaz. O an tek yaratan cerrah'tır çünkü. Point'e geçmiş bir balet gibi; dramatik oyunu terk başına üstlenmiş tiyatro aktörü gibi, varsın sonuç iyi olsun, kaprisini çekmeye herkes hazırdır. Sonuç kötüye gittiğinde sıkıntı daha artacak, kapris hakarete başkaldırıya dönüşecektir. En iyisi susmak ve el­den geldiğince eşlik etmektir. Ameliyat boyunca süren o tanımı güç stres, bağışlatıcı sayılır. Ameliyatı rahat ve en iyi şekilde yapmak isteyen kimi cerrahlar, ameliyatın yükü azalana dek suratsız olurlar, hiç konuşmazlar. Huysuz ve hiç birşeyi beğenmeyen tavır­larını, inadla sürdürürler. Ta ki ameliyatın sonuna gelindiğinde, pamuk gibi yumuşarlar. Işte o an, kimisinin şarkı söylediği, fıkra anlatmaya başladığı sık görülür. Sanki o cer­rah kendileri değilmiş gibi davranırlar. Bu bir tür "günah çıkarmak"tır. Sık yaşanan bu değişime, hemen herkes hazır olduğundan; ameliyatın son perdesi odadaki herkes tarafından dört gözle beklenir!


* * *


Cilt altındaki kalın yağ tabakası da geçilince, cerrah alnında biriken terini sildirdi.


Hep yaşadığım, aslında sıradan sayabileceğim bu sahneleri, ilk kez bir başka gözle al­gılıyordum. Vizörden gördüklerim; beni sanki bir şölene çağırıyordu.


Insan dokusu, olağanüstü incelik ve başkalık taşıyordu. Tıpkı "her ameliyatın kendi içinde tek olması!" gibi. Sanki notaları o an yazılan bir jazz müziği gibi, doğaçlama ilerli­yordu müzik. Bistürinin altındaki dokulardan her an bir çığlık ya da nostaljik bir ezgi yükselebilirdi.


Bıçağın ucu peritona, karın iç zarına dayanmıştı işte!


Önceden peritonit (karın iç zarı iltihabı) geçirmiş bir hastanın, şimdi bıçağın ucundaki "peritonu"; bilinmedik ne çok öykü taşıyordur! Insanın "Bu, o muydu!?" diyesi geliyor.


Kimi insanı, "gece boyunca hastanelerin acil kapılarında, kimsesiz ve de soluksuz bıra­kan" ince bir zar: periton!!!


Bazı cerrah, ille birşey söylemek gerekir düşüncesiyle "Bakın periton duvarı biraz kalınlaşmış! Bunu ameliyat notumuzda belirtmeliyiz!" der.


Bizim cerrah arkadaş, kameraya bakarak, "Bereket peritona yayılım yok gibi." dedi. Sonra da peritondan bir parça kesti ve "Spesmen kavanozuna bunu da koyun lütfen, pa­tolojisi istensin." dedi.


Patoloji kavanozlarının önceden reçel kavanozu olup da, sonradan biriktirilip, ameliyat odasında bir yerlere dizildiğine ilk kez kameram tanık oluyordu. (Bunu önceden hiç düşünmemiştim!)


Teknisyen "Formol yok, alkole koyalım mı?" diyordu. Yüzüne zoom yaptım teknisyenin.


"Neden yok bu ameliyathanede formol! Kaç defa söylüyoruz!" diyerek haykırdı cerrah. (Patologun biri "Alkole koymayın, dokuyu bozuyor!" demişti; şimdi onu anımsamıştı.)


Cerrah sinirlenmişti. Öfkesi mi eline vurmuştu, yoksa peritonun ucunda bir türlü durmak bilmeyen kanama mı öfkelendirmişti; tam anlaşılamadı.


Ama bilinen birşey, bağırıp çağıran bir cerrah; büyük


olasalıkla ameliyat sahasında zorlanıyor demektir. Bunu orda bulunan herkes bilir. O ne­denle de, cerrah hep "mazur" görülür.


Öfkesi sürüyordu cerrahın. Ameliyat yerinden dışarı fırlamaya çalışan gergin barsak boğumlarını zorlukla içeri iterek, bu kez anestezi tarafına söylendi:


"Kardeşim doğru düzgün uyutsanıza hastayı!" dedi, "Hasta geriyor, görmüyor musunuz?! Siz ameliyatı hiç izlemez misiniz?! Hasta gevşemiyorsa çağırın uzmanınızı, gelsin baksın hastaya! Barsaklarla boğuşmaktan, işimizi yapamıyoruz!"


Anestezi teknisyeni kız, serumun lastik ucundan biraz daha gevşetici ilaç verdi. Birkaç saniye sonra ameliyat yerindeki kaslar gevşemiş, barsaklar içeri çekilmişti.


Olağanüstü bir güzellikti bu! Böylesi bir uyumu zoom'la görüntülemeliydim.


(Aklıma o an yaşlı bir hocanın sözü geldi: "Insanoğlu çok zayıf bir yaratık!" derdi. Kas gevşetici iğne yapıldığında, tıkk diye gevşeyip uyuyan hastaya çok kızardı; "Şuna bakın, şuna!" derdi, "Nasıl da kolay teslim oldu. Yazık be! Tüm varoluşu buraya ka­darmış! Işte bu zayıflık beni kahrediyor!")


Ağzından solunum tübünün ucu sarkan hastaya, zoom yaparak yaklaşıyorum... Gözleri açık uyuyor... Teknisyen kız, gözlerinin üzerine, kuru kalıp da iltihaplanmasın diye krem sürüyor... Kremin etkisiyle, adam donuk buğulu gözlerle bakıyor... Sanki tam bir şey söyleyecekken uyuyakalmış gibi!


Teknisyen kız, yanındaki arkadaşının eline "Al biraz sen sık." diyerek oksijen balonunu tutuşturdu. Artık kendine çay molası vermeliydi; yorulmuştu. Yeni gelen kız, hastayı önce fizik bulgularıyla, sonra yüzündeki anlamla tanımaya çalıştı.


Erkek teknisyen de yorulmuştu. Yere yakın bir ayaklık üzerine oturmuş bekliyordu. Yeni bir şey istenene dek dinlenebilirdi.


Teknisyen kısmını hiç boş bırakmazlardı. Oturduğunu farkettikleri anda, özellikle birşey isterlerdi. Ameliyat hemşiresi, "Doktor beyin terini sil." dedi.


Elindeki hafif alkolle ıaslatılmış bezle, cerrahın arkasından sokulup, alnını sildi. Öfkeli cerrahı rahatlatmanın bir yoluydu bu ter silme numarası.


Cerrah önceki sertliğini kendi de pek sevmemiş olmalı ki; "Hemşire hanım, bu iğne çok iyi. Hep bu boy verin lütfen." dedi.


Ameliyat ekibi, daha barışcıl bir havayı yeniden yakalamıştı.


19/6/1997, Kim Dergisi.