Kahraman Kim?

Kahraman Kim?
Who is The Hero?

16 Şubat 2011 Çarşamba

Hastane Günlüğü (7) | Mart/Nisan 2010

lastscan4

* Algıda seçicilik dedikleri çok doğru bir şey. Bu kadar çok hastayı bir arada hiç bir hastanede bu kadar çok farketmemişken, sanki aynı sınıfın insanları gibi, ne kadar çok, ne kadar bakıma muhtaç, dışarıda olabilmeye özlem duyan kalabalıklar olduğumuzu düşünmeye başlıyorum... Koridorlarda, kan bankasının önünde, vezne kuyruklarında, poliklinik kayıt noktalarında, "görevliden başkası giremez!" yazan kapıların önlerinde, "sadece üst katlar için kullan!" ya da "sadece çift katlara çıkar!" yazan asansör önlerinde, "sıram geldi mi?" ya da "doktor geldi mi?" diye sorgulayan gözlerle bakan, bekleyen, sabreden, kendisine hep "beklemesi gerektiği" söylenmiş kalabalıklarız biz. Beklerken "beterin beteri vardır" avunmaları ile, birbirinden moral edinen hastalarız biz. "Bu benim buraya üçüncü gelişim, 20 gündür çağırsınlar diye bekliyorum" diyen birini dinleyip şükre gelen, iyi ki biz burdayız diyen hastalarız biz.  30 yıllık bir hekim olarak, beklemenin hiç bu kadar dayatıldığını, sabrın bu denli yükseklerde tutulabildiğini bilmezken, şükre gelmenin de bir tür tedavi boyutu olduğunu görüp öğreniyorum. Eşime dönüp sesleniyorum; "Hoca eko istedi, acele etmeyelim!" diyorum, "ne zaman çağırırlarsa gideriz, dert değil."

* Şiko bir pazar günü eşi, çocukları ile odayı dolduruyor. Yatağa çıkmakta kullanılan basamak bile sandalye görevi üstleniyor. Şiko, bir yürüyüşümüzde yolda yılana rastlayışımızı, benim tam hendeği atlarken az kalsın yılanın üzerine basacak olmamı anlatıyor. Yasmin, "baba sen bu hikayelerden hiç anlatmadın bize!" diyerek sitem ediyor. Ben de zar zor hatırlıyorum, Şiko'daki de ne hafıza. Oysa ben Şiko ile babasının lacivert mersedesi ile Bodrum'a gidip, arabanın içinde sabahlayışımızı, sabah bir tulumbadan çekilen suda yüzümüzü yıkayışımızı hatırlıyorum. Yeni kurulan senfoni orkestrasının konserlerine teyple gidip kasetlere konser kaydı yaptığımızı; eve dönüp konseri defalarca yeniden dinleyişimizi hatırlıyorum. Odanın orta yerindeki yanan sobaya kömür atıp üzerindeki demlikten çay koyup, üstümüzde çubuklu Sümerbank pijamaları ile odada sanat dergileri okuyup, birbirimize şiirler aktardığımızı hatırlıyorum.  Sabahları zor kalkıp kahvaltısız yollara düşüp kavşakta otostop için yolun kenarına dizildiğimizi... Bir defasında da Şiko'nun memleketlisi jandarma erleri eve çay içmeye gelmişlerdi. Jandarma erleri büyük bir iştahla kampüste nasıl öpüşen koklaşan çiftleri faka bastıklarını, deyyus erkeklerin korku belası kızları buyur edip kaçmaya yeltendiklerini anlatıyorlar... Benim hatırladıklarım küçük bir evimizin olduğu, çok çay içtiğimiz, çok şiir okuduğumuz, geceleri pek yatmayı sevmeyip sabahı beklediğimiz, son bir hafta ders çalışmanın çoğu zaman sınavlar için yettiği, son otobüsle eve kendimizi atabilmişsek bizden daha mutlusunun olamayacağı, hafta sonu geldiğinde yola çıkıp Manisa ya da Salihli'ye gitmenin, en az dönmek kadar sevindirici olduğu, 5 litrelik Heiter marka kırmızı şarabı (çok olduğundan mı, yoksa ucuz olduğundan mı?) pek sevdiğimizi, Şiko'nun eniştesinin eve her gelişini kapıyı telaşla tokmaklayarak evi basmış gibi bir senaryoya dönüştürüşünü, mahallemizin küçük kızlarından biri Ece Temelkuran'ın şimdilerde iyi bir gazeteci oluşunu, komşumuz Zeliş'in bize otostop konusunda çok yardımcı oluşunu, bakkala borç yazdırmanın bugünün kredi kart uygulaması gibi bir şey oluşunu... O yıllarda seyrettiğimiz Fellini'nin Amarcord filmindeki dedenin sisli bir Roma sabahında evin önünde kayboluşu gibi sisler içinde hep hatırlıyorum. Amarcord da zaten "hatırlıyorum" demek değil mi? Amarcord Şiko!

Hastane Günlüğü (6) | Mart/Nisan 2010

lastscan4

* kalp cerrahlarının hastaya "merhaba" deyişlerinde kendince asalet var. ilk hareketleri hastanın göğüs kafesine, özellikle ameliyat yeri olan sternuma bastırarak "öksür!" demek oluyor. en çömezinden hocasına hepsi aynı şeyi yapıyor. "öksür!" ardından hazır cevap; "bugün iyisiniz!" oysa ben artık tümüyle iyi olmak ve bu ortamdan uzaklara gitmek istiyorum. öksürdüğümde göğsüme bir yastık bastırmak da artık yeni kazanılmış bir refleks oldu. çevremdekiler de öksürük sesine hemen "yastık!" diye telaş gösteriyorlar. yastık her an, yanımda bir yerde hazır olmalı. koridor turlarımın ilklerinde de yastığı göğsüme yapıştırıp yürüyorum. sevgiliye sarılır gibi yastığıma sarılıyorum. sonradan anlıyorum ki, hiç bir şey olmamış gibi kolları iki yanda sallayarak yürüyebilmek ancak servisin doktorlarına özgü olabilir. ameliyat öncesi kıl/tüy kazıma, saç sakal kesme karşılamasından sonra, özellikle yoğun bakım yalnızlığını izleyen günlerde süngüsü iyice düşmüş, kendine güveni bir bakıma sıfırlamış, yarın ne olacak kaygısı büyümüş olarak hayata tutunmaya çalışmaktayım.

* göğsümdeki dikiş izine ilk kez alıcı gözle baktım. bir cerrah gözüyle çizgi düz düz olmasına. ama 3 sezaryen dikişi kadar geniş. 3 bebek kafası çıkar bu açıklıktan. dokunuyorum, bariz bir hissizlik var, elektrik çarpmış gibi, bir pilin iki ucuna dilimi değdirmiş gibi hissediyorum. kalın bir kabuklanma, skar gelişimi oluşmuş gibi. hafif kaşınan bir dolgunluk bu. aynada yokluyorum, plajda hayal ediyorum kendimi, resmen kumsalda "bakın ben ameliyatlıyım" diye bağıran bir dikiş izi bu. benzer dikişi olanların üstüme atlamaları, hemen bir kardiyoloji muhabbeti açmaları mümkün. eşim göğüs kılları uzayınca kapatır diyerek moral vermeye çalışıyor. gözüm sağ bacağımdaki safen vene ait kesiye gidiyor, o da boydan boya bayağı uzun, ama çok düzgün ve hiç iz yok. ilk günden giydiğim varis çorabı belki kabuk bağlamasına, iz yapmasına izin vermedi. sarışın 2. yıl asistanı Dr. İlknur "safen veni ben çıkartmıştım" demişti, belli ki özene özene kapatmış. ilk asistanlık yıllarıma gitti aklım, ilk ameliyatlarımızda cilt dikişinin yarısını biz kapatırdık, karşı yarısını hocamız. bazan hoca bizim tarafa da dikiş atmayı sürdürürdü. gecikirsek o yetişip bizim tarafı da dikerdi. cerrahlar hastanın sağ tarafında durduklarından hasdtaların sol yan dikişleri bize ait olurdu. pansuman sabahları hep bakakalırdık kendi attığımız dikişlere. bir gün elbet dikişi tümüyle kendimizin yapacağı günlerin geleceğini düşünürdük. dikişi açılan hastalarda yarı dikiş atsak da tümüyle sorumlu biz olurduk. dikişlerime bakıyorum, zırh gibi sıkı; açılması mümkün değil. her öksürmede elim dikiş yerinde. hocanın muayenesi gibi tekrarlıyorum kontrolü; "öksür!" - "iyi iyi, herşey daha iyi!"

* 30 yıl aradan sonra bitirdiğim üniversitenin koridorlarında yürüyoruz eşimle. eşime girip çıktığımız anfileri gösteriyorum. bunların çoğu yoktu, her yer etkinlik noktasına dönüşmüş, afişler, duyurular, el sanatları sergileri, otomatik kahve / kola makineleri, cep telefonu aksesuar satıcıları, Muhittin Erel Salonuna giden yol üzerinde bir de kitapçı var. Her tür kitap sergileniyor. Gözümüz diyet kitaplarında; belli ki burdan eve dönüşte sıkı diyetler bekliyor olacak.  Polikliniklerin olduğu koridorda sırası gelen hastaları gösteren ekran bilgileri hoşuma gidiyor. Banklarda oturup gazetesini okuyan hastaların gözü ekranda. Bu koridorlar, bizim sloganlar atarak yürüdüğümüz, hocaların kaçıp gizlendikleri koridorlar. "Bugün boykot var!" denince hayatın durduğu anfi önleri. 12 Eylüle birkaç ay kala, "Ölenler döğüşerek öldüler;  / güneşe gömüldüler. / Vaktimiz yok / onların matemini tutmaya! / Akın var akın / güneşe akın! / Güneşi zaaaptedeceğiz / güneşin zaptı yakın!" diye bağırdığımız koridorlar. Ne çok şey değişti o günlerden bugüne. O yıllarda heyet raporu için 4 resim gerekli dediklerinde, hemen kırtasiyecilerden birinde kimlik cüzdanından fotoğrafı hem de renkli çoğaltıp 5 dakikanın içinde üretmek mümkün değildi. Mumlu kağıtlara daktiloda yazılmış bildiri örneklerini teksir makinesinde çoğaltıp boykot kararı alınmadan anfiye yetiştirmek bile yarım günümüzü alırdı. Anatomi hocamızın "boykot günlerinde kadavralar çürüyor, n'olur bırakın boykotu da derse girin!" diye seslendiği günlerdi. Nerde şimdiki öğrenciler? Her yer hastalarla dolu. Herşey hastalar için. Üniversiteden çok normal bir numune hastanesi kalabalığı var koridorlarda.

Hastane Günlüğü (5) | Mart/Nisan 2010

lastscan4

* Gözümün önünden hiç gitmeyen, yoğun bakımdaki susuzluğum. Kapatıyorum gözlerimi, üzerinde ıslak nemli buz buharı olan pette su şişeleri düşlüyorum... Selimiye'de deniz kenarında buzluktan çıkarılmış özel cam bardaklara köpürtmeden bira dolduruyorum... kana kana içiyorum pet şişeyi kafama dikip. doymuyorum suya. kapağını açıp pet şişeyi sular yüzüme dökülürcesine hoyratca içiyorum yeniden. neden soğuk su içeriz çok susadığımızda? cevabı açık; soğuk suyun mideden emilip kana geçerek susuzluk sinyallerini beyinde iptal etme süresi çok hızlı normal ılık sudan da ondan! yoğun bakımlarda soğuk su vermeliler... bu hıza ihtiyaç var. ama yoğun bakım hep sabırlı insanların bir arada olduğu bir yer. adeta bir pazar yeri gibi. gelenler gidenler, koca bir koridordan ne çok geçen var. sebze, meyve, yeşillik, soğan, patates, pırasa, karnabahar, lahana ve benzeri sergi tezgahları da biz hastalarız besbelli. her gelen şöyle bir önümüzde durup göstergelerimize göz atıyorlar. önemli biri gelmişse çevresinde toplanıyor devamlı salonda yerleşik bulunanlar. not alanlar var, hemen komut alıp koşturanlar... tezgahlarımızdan bazan sinyal sesleri yükseliyor, kalabalık telaşlanıp koşuşturmaya başlıyor. sinyal sesi nedense herkes duyana dek sürüyor, sinyali susturmanın bir yolu var besbelli, ama nedense hemen kesmeyi istemiyorlar... "durumdan görev çıkartmak" diye bir deyim, ameliyat öncesi takıntı olmuştu bende. evet haklıyım burda da durumdan görev çıkaranlar var. bizim iyilik halimiz de, kötülük halimiz de birilerine görev yaratıyor. onların burdaki varlıkları bizim varlığımıza bağlı. biz varız ki onlar da var. "senin maaşını ben veriyorum" diyen hasta, hekime karşı çok haklı, o olmasa ne yapar hekim? ama biz hastalar o kadar çokuz ki, yetişemiyorlar bile. sinyaller çalıyor, kalp izlem aletleri imdat alarmı veriyor, "bir dakka oturmadım" diye hayıflanan hasta bakıcılar, hemşireler, alıştıkları sinyal sesleri arasında koşturmaya devam ediyorlar. benim arada kırık dökük çıkan "su rica ediyorum" cümlem dikkate bile alınmıyor. "sırası mı şimdi!" der gibi terslemeye hazırlar, ama oyalayacak bir şeyler söylemeyi tercih ediyorlar. "bekleyin!" en çok söylenen bu! bazan "bekleyin lütfen!" şeklinde yumuşatılan oyalama cümleleri. bazısı ilk kez duymuş gibi yapıyor, "size su verilmesi uygun mu, öğrenmemiz gerek!" diyor. tam bir zaman kaybı. öğrenecek, soracağı kişileri bulana dek zaman geçecek. "uygun; veriyorlar, daha önce de verdiler" demeye çalışıyorum sesim çok yüksek çıkamadığından duymuyorlar bile. bacaklarımın arasında plastik bardak hasretle yeniden dolmayı bekliyor. yeniden isterim düşüncesi ile o plastik bardağı asla atmıyorum. iç içe geçmiş biraz kalınlaşmış plastik bardaklarım ve ben; susuzum, susuzluğum daha ne kadar sürecek belli değil. derken uzun saatleri geride bırakmış hastalara sıvı rejim dağıtılıyor. bir tepside 3 beyaz renk kapaklı kap duruyor. görevli getirip uzanamayacağım bir mesafeye bırakıp hiç bir şey söylemeden gidiyor. gözüme kestiriyorum tepsiyi, o bana ait, benim yatağıma gelmesi gerek, ama nasıl? koridordan geçen insan kalabalığından üzerindeki giysiye göre en uygun kişiyi seçip bu tepsiyi kucağıma koydurmalıyım. bir türlü uygun giyimli görevli geçmiyor. sesim yüksek çıkmadığı gibi herhangi basabileceğim bir zil de yok. neyse ki bir temizlik elemanına tepsiyi işaret edip yardım istiyorum. eleman tepsiyi getirip bacaklarımın üzerine bırakıp gidiyor. tepsideki 3 kapta beyaz bir çorba, kızıl renkte bir komposto ve yine beyaz muhallebi var. ne kaşığım ne çatalım kullanabileceğim hiç bir şeyim yok. kompostonun kapağını güçlükle açıp kabı kafama dikiyorum. dilim ıslanıyor sonra boğazım, ağız boşluğunda kompostoyu şöyle bir dolaştırıp keyfini çıkarıyorum. son damlasına dek bitiyor komposto. çorbayı bir dikişte indiriyorum mideye. muhallebi oyun ediyor kaptan bir türlü akmıyor, dilimle kaşıklıyor gibiyim. susuzluğum gitmiş, ama tepsiyi almaya gelen personelden ne olur ne olmaz bir daha fırsat olmaz diye su istiyorum. iç içe geçmiş plastik bardakları ayırıp iki ayrı bardağa su almak; daha çok su almanın bir yolu. personel "çok susamışsan amca!" diyor. evet "amca!" diyor, bu yataklarda hep teyzeler amcalar yatar, hastalanmak bir bakıma yaşlanmaktır. kendimi yenidoğan gibi hissederken bu "amca" sözü keyfimi kaçırmaya yetiyor. oysa yenidoğanın beceriksizliği, bakıma muhtaçlığı, her konuda yardım edilen ve anlayışla karşılanan olması daha avantajlı gibi gelmişken, bu "amca" sözü ürkütücü. bir an önce yoğun bakımdan kurtulmak servise, bana bakacak insanların kucağına dönmek istiyorum.

Hastane Günlüğü (4) | Mart/Nisan 2010

lastscan4

* Bizim tüp bebekle gebe kalan hastalar yıllarca nasıl gebe kaldıklarını gizlerler... Tıpkı onlar gibi meğer bizim çocuklarda da ne çok kalp ağrısı yaşamış, anjiodan sınıfta kalmış, balon stent uygulatmış insan varmış! Ben kendimi yine en birinci benim diye düşünürken! 1995'de Foça'da sevgili Hasan Sözer'in elinden en küçük çocuk sahibi ödülü almıştım. By-pass'ta da ilki ben tutturmuş olmalıyım dedim. Ama anladım ki bu iş gizli tutulan bir ayrıntıymış.  Göğsünü kabartarak anlatılacak bir yanı olmamalı. Gerçi tişörtümden bir fazla düğme açtığımda göğsümdeki bıçak izi ortaya çıkıyor. By-pass sonrası ilk berbere gittiğimde, koltuktan yeni kalkan bir kır saçlı adam, gömleğinin düğmelerini fora edip bıçak izini göstermiş;  "ben bak 20 yıl önce işaretlettim, hala dimdik ayaktayım, üzme kendini!" dedi.

* Bir zamanlar doğumevlerinde adı numune olan hastanelerde hasta karyolalarına bağlı üstü kirli spanç bezinden üretilmiş ipler göze çarpardı. Bir keresinde bu çekme ipine hastaların "süleyman" dediklerini duymuştum. Hastanın biri kocasının adını koymuş olmalı. Yaklaşık 1,5 ay bu ipi kullanarak yattığım yerden doğrulmak zorundayım. Evde 2 adet bornoz bağından oluşturduk bu çekme ipini. Devamlı düz yatmak ve kalkarken de bu ipi kullanmak, tam bir terbiye olsa gerek.

* Dr. Tahir'e 3 şey soruyorum; sörf yapmak, tenis oynamak, motorsiklet kullanmak. Yapamayacağın 3 şey söyle desen bunları sayardım diyor. 1 yıl uzak durmam gerekiyor bunlardan.

* Bizim sınıfın en cin'i Dr. Levent olmalı. Operasyonun 4. günü uğramıştı, üstelik 1 gün öncesi Hematokrit düşük diye kan transfüzyonu yapılmış, yüzüme renk gelmişti. Beni çok iyi bulduğunu söyledi söylemesine ama o akşam üzeri Yahoo grupa ulaşıp "<I>herifin durumu iyi değil, ceset gibi yatıyor!"</I> demiş... Biz tam herşey düzelecek derken kendimizi 2. operasyonda bulduk, meğer Levent kokuyu önceden almış!

* Hem ameliyat öncesi, hem de sonrası ziyaretime gelen Dr. Ahmet Altıntığ, ömrünü kalp üzerine adamış bir hekim. Biz hekimlikte geçen 30 yılımızla övünüyorsak, O 33 yıldır kalple uğraşıyor. 

* By-pass hastası ölüme yaklaşmış, ölümlü olduğunu harbiden öğrenmiş biridir. Artık yaşama bir başka gözle bakması normaldir. Daha bencil olabilir, huysuz olabilir, ya da tam tersi kuzu gibi sakin, uyumlu, giderek gamsız, dünya yıkılsa umursamaz olabilir... Bu değişimi nedense bacaktan alınan damara bağlayanlar olur. Bir kısım insan, "çok uzun süre uyutuluyorlar, kalp devre dışı, beyin alışmadığı uykuya yatıyor, ondandır" diyenler de olur. Bana sorarsanız ne o ne öteki; açıklanamayan bir Susurluk kazasından farkı yok olayın.  Yolunuzda giderken hem de yaşamınızın Mersedesi ile, küt diye kamyonun biri üzerinize çıkıyor! Başlıyorsunuz nerde kalmıştık demelere. Ha sahi biz nerde kalmıştık?

Hastane Günlüğü (3) | Mart/Nisan 2010

lastscan4

* Neden hemşireler hemen geliyorum diyip gelmeyi hepten unuturlar. Giriş katında bekleyin deyip sonra da unutup müdahaleye girdiğim hastalarımı hatırladım. Hekim iseniz hep bir mazeretiniz vardır. Hasta iseniz bekleyeceksiniz.  En iyi hastalar onca hastane deneyiminden sonra bekleme ustası olanlardır.

* Hasta odasının olmazsa olmazı duvara asılı iri rakamları olan bir saattir. Meğer yasakmış.  En büyük lüksüm, İkea'dan aldırdığım saati TV sehpasının altına yerleştirmekti.  Günün aslında nasıl yavaş işlediğini görmek için, hasta odasında duvar saatini izlemek yeterli. Bizi kandırıyorlar; dışa rda saat hızla ilerlerken tabii ki kimse işini bitiremeyecektir. Öfkeli koşuşturanlar haklı, saatler ihanet halinde! Eve geç kaldığını, işlerin tam bitmediğini söyleyen benim meslekdaşım çok haklı; bu saatlerin hızı ile iş bitirmek nasıl mümkün olsun!

* Siz siz olun hastayken doktor gibi, doktorken hasta gibi düşünmeye kalkışmayın. Doktorca yorumlar işi daha çetrefil hale getirmekten öte işe yaramaz. Ama en önemlisi siz siz olun doktorken bir doktora baktığınızda onun doktor değil hasta olduğunu düşünün. "İyisin koçum, az da olsa nazlanman normaldir, dert etme, düşünme!" gibi heveslendirmelerin altından gizliden uç vermeyi bekleyen bir komplikasyon yatıyor olabilir. Ben hocanın özel odasını uzun süre işgal  etmesek mi derken, hoca da "taburcu olmayıp dilediğiniz kadar bu oda sizin kalabilirsiniz" ikramında bulunurken, kendimi tekrar o soğuk ameliyat masasında ve saatlerin geçmek bilmediği yoğun bakımda buluverdim! "Hasta kaprisi" her ne kadar doğru çıksa da, altında bir çapanoğlu saklıyor da olabilir.

* Dr. Tahir hoca "tabii ki üstünden kamyon geçmiş gibi hissedeceksin, asıl ben çok iyiyim dersen, bu problem var anlamına gelir" dedi - rahatladım.

* Penceremden baktığımda gördüğüm gece/gündüz demeden iş makinalarının girip çıktığı ek bina inşaatı bitti, ben hala odamda taburcu olacağım günü bekliyorum...

* Artık şuna eminim, durmaksızn TV seyrederseniz size %30 program izletiyorlar, geri kalanı çıngılların ve reklamların geçitinden başka bir şey değil!  İyisi mi, en az reklam alan bir radyo bulup mp3'den kulaklıkla dinlemek.

* Kalp ameliyatına alınacak hastaların bir gece öncesi kıl/tüy ne varsa traşlanması, üstelik ameliyat bölgesi yetmezmiş gibi hemen her cm2 sine kadar yeni doğan bebek duruluğuna dönmek, ne anlama geliyor? Bunu kim icad etmiş? Hastaya hükmetmek, çok az kalmış gururunu da, son dakikada kırmak için mi yoksa?  Bıyık sakal anladım, kolları el üstünü anladım, sırtımdan popomdan ne isteniyor ki akşam vakti 10 permatikle traşçıyı bekliyorum pansuman odasında.

* Çözdüm olayı; ameliyat çıkışı servise geldiğinizde yenidoğan bebek çaresizliği içinde oluyorsunuz, bakıma muhtaç, kolunuzu oynatacak gücünüz yok, ağzınıza bir kaşık uzanıyor, ördek denilen plastik kaba dışarı taşırmadan işemeniz isteniyor, kolunuz gövdenizden drenler çıkıyor, hareketiniz bile sınırlanmış durumda. Böylesine yenidoğmuş bebek gibisiniz ne bıyık ne sakal, ne kıl ne tüy istenir sizden! 

Hastane Günlüğü (2) | Mart/Nisan 2010

lastscan4

* Dr. Azem gerçekten akıllı biri. Kesin ve net konuşmayı seviyor. Çizdiği yaşam önerisinde biraz acımasız. "Zevk aldığın ne varsa hepsini bırakacaksın" diyor. Belirlediği yeni dünya, pek keyifli olacak gibi görünmüyor.

* Cerrahım Doç. Dr. Tahir Yağdı, olağanüstü bir aile bireyi; babası Yüksek İslam Enstitü mezunu bir müftünün 3 doktor çocuğundan biri. Babası en son Avustralya’da Din İşleri Ataşesi olarak çalışmış. 61 yaşında kalp krizinden ölen babanın biricik eseri Doç.Dr. Tahir Yağdı, erken yaşta kalp krizinden insanlar ölmesin diye geceli gündüzlü çalışıyor... ilk gün kanım ısındı bu kıvırcık saçlı genç doktora; "beni de ekibinize alır mısınız? Ameliyatımı ekipten biri gibi algılamak istiyorum." dedim. "Dün Ahmet Altıntığ aradı, o da sınıf arkadaşınızmış, bu tip telefonlar bizi kasıyor tabii" dedi, bu kez ben ona Dr. Angarya olarak beni görmemesini herşeyi rutin ne ise yaşamak istediğimi söyleyerek moral verdim.

* Dr.ANG, nasıl Dr.Angarya olarak algılanabilir ki! demeye kalmadı operasyonun 7. günü revizyon operasyonu gerekli oldu. Hem de akşamın 8'inde... Küçük müdahale diye kandırıldım; en son ne zaman yemek yedin dediklerinde işkillenmiştim oysa. Saat akşam 8 'de girdikleri revizyonda perikardial efüzyon temizlendi, çıktığımda gece saat  11 imiş. Ben bilmiyorum tabii yoğun bakımda entübeyim. Gece 01.30 da yeniden kan isteği yaptıklarında eşim anlamış bir şeylerin ters gittiğini. Önce Şiko'yu aramış, ulaşamamış, sonra Ümit Yoket'i, ardından Geylani'yi. Geylani gece 3'de Hızır gibi çıkagelmiş. Ben hayal meyal sıkı bir keseleme hareketleri ile ıslak bezlerle özellikle alt tarafımın işleme alındığını hatırlıyorum. Entübe olduğumdan engellemem de ne mümkün. Meğer bu kez sternum kemiğinin alt ucundan kanama mevcutmuş, onu saptayıp koterize etmişler. Ertesi sabah gözümü açtığımda işaret dili ile tüpü çıkarın diye yalvarmalarım belki yarım saat sürmüştür ama bana bir ömür gibi geldi. Bir vicdanlı çıkıp on defa tamam birazdan tüpü çekeceğiz demelerine karşın belki 13. de çektiler tüpü. İkinci kez yoğun bakımda öksüren tıksıran sigara meretinden geberecekmiş gibi kıvranan diğer hastaların arasında, aynı filmi yeniden seyretmek hiç keyifli değildi. Bir plastik bardakta su alabilmek için nerdeyse veremeyeceğim şey yoktu. Kime yalvarsam "bir soralım uygun mu?" diyip anında kayboluyorlardı. Karar verecek olanlar ise çok nadir geçiyorlardı önümden. Su dilenmek hiç bu kadar yakışmamıştı; ömrümün kalan yıllarında susuz asla kalamayacağımı biliyorum artık. Saat sabah 11 dolayında servise çıkacaksın demelerine karşın servise drenli ve de idrar sondalı olarak çıkmam yine akşam 8 i bulmuştu. 24 saat sonra 8 gün önceye dönmek nasıl bir duygudur; inanılmaz! Drenler yarın çekilecek, idrar sondasını çekebiliriz dediklerinde, asla idrar sondama dokundurmam dedim; drenlerle tuvalete gitmek ne büyük sıkıntıdır, bunu ilk yıl asistanı hiç bilemez! Herşey başa dönmüştü; 3 renkli topları üfleyerek havalandırmaktan ibaret solunum eksersizleri yeniden başlayacaktı.

* Hastaların beynindeki saat ile hizmet veren hekimlerin kolundaki saat asla  aynı hızda işlemiyor. 

* Hasta = patient zaten SABIR demek değil mi?  Tabip de galiba arapçada eziyet eden anlamına gelirmiş.  Biri sabredecek diğeri eziyet edecek; hepsi bu işte!

Hastane Günlüğü | Mart/Nisan 2010


lastscan4

16 Mart 2010 Salı günü sabah 11:00’de Ege Üniversitesi Kardiyoloji servisinde, sınıf arkadaşım dostum Prof. Dr. Azem AKILLI, beni doğrudan anjiografiye aldı. Sonucu pek yüz güldürücü olmadığından kısa süren bu monitör görüntülerinde 2 koroner damarın tıkalı olduğunu saptadı (biri %95 diğeri %80 darlıktaydı) ve tedavinin cerrahi yolla (By-Pass ile) olacağını duyurdu.



Fazla zaman geçirmeden aktarıldığım Kalp Damar Cerrahi servisinde yeni tanışıp hemen kaynaştığımız Doç. Dr. Tahir YAĞDI, 22 Mart Pazartesi günü saat 11:00’de beni By-pass operasyonuna aldı.



30 Mart salı günü akşamüzeri ani bir kararla revizyon operasyonuna karar verildi ve akşam 20:00 girdiğim 2. operasyonda Perikardiyal efüzyon aspire edip kontroller yapıldı. Yoğun bakımda gece 01:30 da kanama verlığı nedeni ile tekrar operasyona alınmışım, meğer Sternum (imam tahtası) kemiğimin alt ucundan sızıntı tarzı kanama tabloya gölge düşürmüş!



Bu günlük notlar gerek ameliyat öncesi gerekse ameliyat sonrası serviste geçen günlerime ait, masum gözlemlerden ibarettir. Artık iyileşmiş olduğum şu günlerde, aldığım notları ekrana taşırken, haklı olarak düzeltmeler, eklemeler yapıp, yeniden yazarak son şeklini vermeye uğraşıyorum.



30 yıllık Hekim rolünden çıkıp hasta rolünü üstlendiğim şu 20 günlük serüvenimi hekim/hasta ilişkisindeki büyüyü hiç bozmadan vermeye çalıştım. Benim için yaşarken de, sonradan da İronik gelen bir zaman dilimi idi; bakalım okuyana ne katacak?



Hastane Günlüğü'nden Kısa Notlar



* ne ekmişsek onu biçmemiz kaçınılmaz; metabolik sendrom, doğa kendinden çalınanları (sellerle, heyelanlarla, su basmaları ile) nasıl geri alıyorsa, mutlaka yaşamdan çalınanları da sizdeki azgın metabolizma geri alıyor...



* kardiyologlar asla kompleksli insanlar değil; ille de anjioda mucizeler yaratacağım bana madalya takacaklar demiyorlar; damar %95 darsa yapacak bir şey yok, bu böyle biline.



* damarına stend konan hastanın işi tam bitmiyor, elektro-cip takılmış gibi, bir tutukluluk başlıyor... by-pass'ta ise yeni damar / yeni yaşam şansı veriliyor... (tüm bunlar beni ameliyata ikna etmek için mi söylenmişti yoksa?)



* Pollyanna'cılık değilse bir tür avunma sayılır; MI geçirmeden By-Pass'a girmek ayrıcalık-mış! MI geçirmiş kalple uğraşmayı kim sevsin! %95 darlıkla böyle idare edip temizi temizine bıçak altına yatmak herkese nasip olmaz imiş.



* "Niye ben?" sorusu da çok saçma, "niye sen olmayasın ki!" Sen değil misin 3-4 yıl sonra "babamın öldüğü yaştayım" şarkısını özellikle bir bar taburesinde sayıklayacak olan! Dayıların ortada hepsi ya vukuatlı ya ömür dünyadalar. Ol kurtul canım kardeşim. Ol kurtul. Bak cerrahın da çok genç, kardiyologun akıllı, dostların yanındalar, ol gitsin, ol ameliyatını kurtul!



* 30 yıl hiç uğramadığın okulunun koridorlarında otomatik neskahve makinesinden 1 TL verip kahve içiyorsun; senin zamanında çay içecek bir kuytu yer bulamazken! Hanımın gönlü olsa da hastanenin önüne çıkıp sabah simiti ile gazete alsa, akşam olmadan gazetemi okuyabilsem...



* Bir gün Akciğer filmi için tekerlekli bisiklet ile servis postası röntgene götürdü. Röntgende çok sıra olduğundan servis postası serviste işler olduğunu söyleyip bizi bıraktı gitti. Film çekildi, dönmek gerek, eşim itiyor ben etrafı seyre devam ediyorum. Koridorlar hastane dışına açılıyordu ki fırsatı değerlendirdik, hooop dışardayız, Nazım Hikmet'in "bugün pazar, beni güneşe çıkardılar" dizesi geldi aklıma, öylesi içim hafiflemiş ki, bahçede bisikletli sandalyede dolaşarak Kalp Damar Cerrahisine yolu uzatarak gittik. Karşıdan arabalar geliyor, biz üstüne üstüne sürüyoruz bisikletlimizi. Çok eğlendik. Odamıza döndüğümüzde nerdeyse akşam ymeğimizi kaçıracakmışız haberimiz yok.



* kardiyologların hastaları huysuzdur, denilenleri birkaç ay yapıp tırsarlar; ama by-pass'lılar ölümü görmüş kişilerdir, asla uyumsuz olmazlar. (bunu kim dedi tam hatırlayamadım ama bunda da bir dolduruş var gibi!)