Kahraman Kim?

Kahraman Kim?
Who is The Hero?

16 Şubat 2011 Çarşamba

Hastane Günlüğü (7) | Mart/Nisan 2010

lastscan4

* Algıda seçicilik dedikleri çok doğru bir şey. Bu kadar çok hastayı bir arada hiç bir hastanede bu kadar çok farketmemişken, sanki aynı sınıfın insanları gibi, ne kadar çok, ne kadar bakıma muhtaç, dışarıda olabilmeye özlem duyan kalabalıklar olduğumuzu düşünmeye başlıyorum... Koridorlarda, kan bankasının önünde, vezne kuyruklarında, poliklinik kayıt noktalarında, "görevliden başkası giremez!" yazan kapıların önlerinde, "sadece üst katlar için kullan!" ya da "sadece çift katlara çıkar!" yazan asansör önlerinde, "sıram geldi mi?" ya da "doktor geldi mi?" diye sorgulayan gözlerle bakan, bekleyen, sabreden, kendisine hep "beklemesi gerektiği" söylenmiş kalabalıklarız biz. Beklerken "beterin beteri vardır" avunmaları ile, birbirinden moral edinen hastalarız biz. "Bu benim buraya üçüncü gelişim, 20 gündür çağırsınlar diye bekliyorum" diyen birini dinleyip şükre gelen, iyi ki biz burdayız diyen hastalarız biz.  30 yıllık bir hekim olarak, beklemenin hiç bu kadar dayatıldığını, sabrın bu denli yükseklerde tutulabildiğini bilmezken, şükre gelmenin de bir tür tedavi boyutu olduğunu görüp öğreniyorum. Eşime dönüp sesleniyorum; "Hoca eko istedi, acele etmeyelim!" diyorum, "ne zaman çağırırlarsa gideriz, dert değil."

* Şiko bir pazar günü eşi, çocukları ile odayı dolduruyor. Yatağa çıkmakta kullanılan basamak bile sandalye görevi üstleniyor. Şiko, bir yürüyüşümüzde yolda yılana rastlayışımızı, benim tam hendeği atlarken az kalsın yılanın üzerine basacak olmamı anlatıyor. Yasmin, "baba sen bu hikayelerden hiç anlatmadın bize!" diyerek sitem ediyor. Ben de zar zor hatırlıyorum, Şiko'daki de ne hafıza. Oysa ben Şiko ile babasının lacivert mersedesi ile Bodrum'a gidip, arabanın içinde sabahlayışımızı, sabah bir tulumbadan çekilen suda yüzümüzü yıkayışımızı hatırlıyorum. Yeni kurulan senfoni orkestrasının konserlerine teyple gidip kasetlere konser kaydı yaptığımızı; eve dönüp konseri defalarca yeniden dinleyişimizi hatırlıyorum. Odanın orta yerindeki yanan sobaya kömür atıp üzerindeki demlikten çay koyup, üstümüzde çubuklu Sümerbank pijamaları ile odada sanat dergileri okuyup, birbirimize şiirler aktardığımızı hatırlıyorum.  Sabahları zor kalkıp kahvaltısız yollara düşüp kavşakta otostop için yolun kenarına dizildiğimizi... Bir defasında da Şiko'nun memleketlisi jandarma erleri eve çay içmeye gelmişlerdi. Jandarma erleri büyük bir iştahla kampüste nasıl öpüşen koklaşan çiftleri faka bastıklarını, deyyus erkeklerin korku belası kızları buyur edip kaçmaya yeltendiklerini anlatıyorlar... Benim hatırladıklarım küçük bir evimizin olduğu, çok çay içtiğimiz, çok şiir okuduğumuz, geceleri pek yatmayı sevmeyip sabahı beklediğimiz, son bir hafta ders çalışmanın çoğu zaman sınavlar için yettiği, son otobüsle eve kendimizi atabilmişsek bizden daha mutlusunun olamayacağı, hafta sonu geldiğinde yola çıkıp Manisa ya da Salihli'ye gitmenin, en az dönmek kadar sevindirici olduğu, 5 litrelik Heiter marka kırmızı şarabı (çok olduğundan mı, yoksa ucuz olduğundan mı?) pek sevdiğimizi, Şiko'nun eniştesinin eve her gelişini kapıyı telaşla tokmaklayarak evi basmış gibi bir senaryoya dönüştürüşünü, mahallemizin küçük kızlarından biri Ece Temelkuran'ın şimdilerde iyi bir gazeteci oluşunu, komşumuz Zeliş'in bize otostop konusunda çok yardımcı oluşunu, bakkala borç yazdırmanın bugünün kredi kart uygulaması gibi bir şey oluşunu... O yıllarda seyrettiğimiz Fellini'nin Amarcord filmindeki dedenin sisli bir Roma sabahında evin önünde kayboluşu gibi sisler içinde hep hatırlıyorum. Amarcord da zaten "hatırlıyorum" demek değil mi? Amarcord Şiko!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder