Kahraman Kim?

Kahraman Kim?
Who is The Hero?

26 Ekim 2009 Pazartesi

DİŞÇİ KOLTUĞUNDA KONUŞAMAZKEN DÜŞÜNEBİLDİKLERİM

26 KasIm 2008, Çarşamba

2000’de dişlerimi emanet ettiğim sevgili Diş Hekimi arkadaşım, “sana ekrandayken, stüdyonun spot ışıklarında parlamayan dişler yapmalıyız…” demişti. Öyle de yaptı. Uzun süre eksik dişlerle, eksik olanların yerine konulmuş geçici takma dişlerle günü geçirdim. Dikkat etmezsem ön dişlerimin konuşurken fırlamaya hazır olduğunu hissederdim. Neyse ki kazasız belasız bir ayı aşan bir sürede profilimi daha düzgün gösteren dişlere sahip olmuştum. (Eski TV program kayıtlarına bakıp ön dişlerdeki seyrekliğin kaybolduğunu görmek mümkündü.)

dis

Aradan çok değil beş yıl geçtiğinde o güzelim yapılı dişlerin takır takır fırladıklarını gördüm. Bir kısmı elimde kaldı, yerine çaktırmak yeniden üretimini gerektirdi. Bir kısmını cüzdan cebine koyup onlarsız da yaşayabileceğimi düşündüm. Ama çok geçmeden eksik diş sayısı yediye ulaşınca, ses çıkışımın değiştiğini, eskiden s’lerin tıslamasına razı iken, eksik diş fonetiğinin yaşlı zavallı bir sese dönüştüğünü görür oldum. Çiğneme fonksiyonlarının azalması bir yana, artık ısıramadığımı giderek yumuşak yiyeceklerin peşine düştüğümü fark ettim.

Diş hekimleri de empati yaparlar mı bilmem. Empati dediğim hastanın yerine kendini koyması gibi bir şey.

Kadın-doğumcu erkek doktorun kadın hastaya empatisi ne kadar dürüstlük taşır ayrı bir konu olsa gerek. Bir erkek olsa olsa kadın duyarlılığı geliştirebilir. Bir kadının asla geliştiremeyeceği bir kadın duyarlılığı! Yani tanımlanması ve de sınırlarının belirlenmesi olanaksız bir duygu durumu. Diş hekimi de kendi dişleri tedavi gerektirdiğinde kime teslim olur; o an neler hisseder; belli mi? En başta tüm handikapları bildiğinden olsa gerek; bir güvensizlik halkası içinde kolay kolay teslim olmaz!

“Tüm handikapları bilmek” meselesi, önemli bir konu. Bir hastam yaşlı annesini muayeneye getirmişti; eski diş hekimlerinden olduğunu söyleyince yıllar sonra sanki eski ilkokul müdürümle karşılaşmış gibi hafif heyecanlanmış anlamsız bir telaşa kapılmıştım. Ne yapmalıydım da mutlu ayrılmalılardı… Muayene bitip de odadan çıktıklarında hemen telefona sarılıp sekretere ödeme almamasını söyledim. Sekreter salondan gelip bu jestimi kabul etmediklerini, çünkü hastanın kızının da diş hekimi olduğunu, ondan defalarca zaten ödeme almış olduğumuzu belirtti. Bu kez daha da çaresizlik duygusuna kapılmıştım; başta yapmadığım empati şimdi anlamsız bir abartıya dönüşmüştü.

Bir keresinde sonradan doktor eşi olduğunu öğrendiğim orta yaşlı bayana, “neden doktor eşi olduğunuzu söylemediniz; özellikle gizlediniz?” diye sorduğumda; “size bir angarya hissi vermek istemedim.” demişti. Buna benzer bir anekdotu bir başka hekim arkadaşım, daha acımasız şekliyle yaşamıştı; kadın, “ne yani doktor eşi olduğumu söyleseydim; iyi bakmazdın” demişti! Angarya hissi ya da iyi bakmamak, ikisi de birbirinden kötü yorumlar, hatta yargısız infazlar!

Bir hekim ya da yakını, bir diğer hekim için gerçekten angarya mıdır? Oysa Hipokrat andı’nda[1] angaryadan hiç söz edilmemiştir. Biz hekimler, hekim olan ya da hekim yakını olan hastalara, gerçek hasta gibi bakmakta zorlanıyor muyuz? Sağlıkçı yakını olmak, bir komplikasyonun gelişme olasılığını artıran bir etken midir? Hasta bir Sağlıkçı ya da yakını ise “uğursuzluklar” onu mu buluvermektedir; yoksa nasıl olsa sağlıkçıdır diye bir “dikkat eksikliği” mi gelişmektedir.

Eğer bir uğursuzluk söz konusu ise mesleği gizlemek, sıradan biri gibi gözükmek, akıllıca olmalı. Yok, eğer dikkat ve yoğunluğun azalması söz konusu ise; bu nasıl bir mantıktır ki bile bile lades durumuna düşülmektedir! Oysa tam tersi olmalı; dikkat ve yoğunluk hiç esirgenmeyip iki katı sunulmalıdır.

Annemin sırt ağrısı nedeni ile ona hep bakan dâhiliyeci arkadaşa giderken; “eli boş gitmeyelim oğlum!” diye uyarması üzerine, muayenehanede başka hastalardan birinin getirdiği saksı çiçeğini de almıştık yanımıza. Dâhiliyeci arkadaş çok mutlu olduğunu söyledi; “teyzem maşallah iyi gözüküyor!” dedi, annem birkaç şikâyet sıraladıysa da, o yine sürdürdü moral vermeyi “yok yok iyisin iyisin!” dedi. Sonra “ne zahmet ettin teyzecim çiçek de getirmişsin” dedi. Biz de sonunda “neyse vaktinizi almayalım salonda bekleyen hastalarınız var” diyecek izin istedik. O da “yine beklerim, her İstanbul’a geldiğinde teyzemi görmek isterim” dedi. Sonuç olarak oradan muayenesiz bir şekilde ayrıldık. İki hafta sonra memleketine dönen annem telefonda müjdeyi verdi. “İzmir’de sağlık ocağı’na gittim; orada doktor kızım evladım sırtımı muayene etti, meğer sırtımda ha patladı ha patlayacak bir çıban varmış; sıktı boşalttı, Allah razı olsun kurtardı beni; şimdi çok iyiyim.” dedi. Çiçeği görüp çok mutlu olan ama muayene etme gereği duymayan telaşlı dahiliyeci arkadaşa mı kızayım; daha olmadı ben bakayım neymiş bu sırt ağrısı demeyi bile unutan kendime mi; onca yıllık doktorluğumuza mı?

Biz hastaya DOKUNMAYI unuttuk; bu kesin. Muayene şekillerimiz öyle modernize oldu; yaklaşımlarımıza pop kültür öyle bir bulaştı ki, dokunmadan, sadece sohbetle, televizyon ekranından, internet sayfalarından, ultrason aletinin ekranına birlikte bakarak her şeyi tamam, çözmüş durumdayız.[2] Dokunmadıkları, karnına bile el sürmedikleri hastaya, “sende fıtık var; önce kilo ver öyle gel” dedikleri için üç ay sonra kilo veremediği ve karnının daha da şiş olduğunu söyleyen hastada 4. evre yumurtalık kanseri rastladığımızda bunu kiminle nasıl paylaşabiliriz? Bu sıradan bir hikâye asla değil! Yine dokunmadıkları, karnına bile el sürmedikleri ama yaşı gereği hemen hormonlarına bakıp “menopoz dönemi için hormon takviyesi almanız şart!” dedikleri hasta yine üç ay sonra “bu ilaçlar yaramadı, düzensiz kanamalarım oldu, şimdi de kanamam hiç durmuyor” diye geldiğinde yine ileri evre yumurtalık kanseri yakaladığımız hastanın bu öyküsünü nasıl kimle paylaşmalıyız?

Eski hocalarımızın jinekoloji muayenelerini yaparken elleri vajende iken tavana bakıp, sanki duvarların ötesinde muayene bulgularını kendilerince 3 boyutlu şekle getirmeyi çalışır; sanki not alınmazsa uçup gidecekmiş gibi telaşla muayene bulgularını dosyaya yazdırırlardı. Muayene uzun sürer ve kendince çok kutsal sayılırdı. Onun bulduklarını bizler de bulabilir miyiz diye, hemen peşi sıra muayene yapabilmek için biz genç meslektaşları / öğrencileri sıraya girer; hatta bu sıraya girmede aramızda savaştığımız bile olurdu.

Sonra hoca hasta çıktığında bizi uyarırdı; “muayeneniz asla çok uzun ya da çok kısa olmayacak” derdi. “ölçülü olacaksınız; kısa sürüp sıradanlaşmayacak; uzun sürüp de hastayı taciz boyutuna geçmeyeceksiniz!” Yetmezmiş gibi eklerdi; “muayene sırasında yüzünüz asık, hiç hoşlanmadığınız bir işi yapıyor gibi olmalı! Hatta muayeneniz biraz ağrılı olmalı ki, hasta kendince zevk unsuru ya da sizin tacizinizi düşünmemeli!”

Muayene odasında hepimiz aynı asık suratlılık ve angarya iş yapar duygusuyla muayene sıramızı beklerdik.

Yıllar sonra, sanırım hasta hakkı / hasta hakkı öyle çok tekrarlandı ve de moda oldu ki; sonunda söz hakkı hastalarda kaldı. Hasta istemezse jinekolojik muayeneden vazgeçildi; hasta istedi, doğum şekli sezaryene karar verildi. Baş ağrısına muayenesiz doğrudan tomografi ya da MR grafileri isteme modası tam bu sırada başladı. Şimdilerde dibe vurmuş olmalıyız ki artık “SEZARYEN Mİ NORMAL DOĞUM MU SAĞLIKLI?” ya da “DOKTORLAR NEDEN HEP SEZARYAN TERCİH EDİYOR” veya “DOKTORLAR HASTAYI NEDEN SEZARYEN AMELİYATINA ZORLUYOR?” başlıklı tartışmalar, gazetelerin gündeminden asla düşmüyor. Bu bir bakıma, “yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı?” tartışması kıvamında bir durum.

gebe

Günümüzün modası HASTA HAKLARI ise, popüler kültür bu hak meselini bir tahterevalliye [3] dönüştürmekte asla gecikmemiştir. Doğaldır ki hasta hakkı yükseldikçe, hekim hakkı inecek, yok sayılacaktır. Hatta geçmişe yönelik kan davası akla gelecek; hasta haklarının geçmişe ait çiğnenmişliklerinin intikamı, tüm sağlıkçılardan çıkarılmaya başlanacaktır. Oysa görünmez bir tahterevalli ayrıca işlemekte; hekim hakları çiğnendikçe ve de hekimlerden haksız hesaplar soruldukça, öfke yükseldikçe hekim hizmet kalitesi düşmekte ve zararlı çıkan her iki taraf da olsa, daha çok hasta kesimi olmaktadır. Oysa sorun apaçık sistem sorunudur, tahterevallinin uçlarına hekim ve hastayı oturtmak baştan yanlıştır! Sonuçta olan olmuş, hekimler tacize uğramamak, geriye dönük hesaplaşmaların kucağına düşmemek yani mahkeme kapılarında “ihmal” ya da “hata” vurgulamalı tazminat davalarıyla karşılaşmamak için pasif hekimlik yapmayı, defansif (bela kovucu) hekimliği tercih etmeye başladılar. HASTA ONAM FORMLARI’NIN[4] çıkışı bu günlere rastlar. Artık en küçük işlemde bile ölüm riskini hastaya yüksek sesle okuyup, yetmezmiş gibi okutup anladığına kanaat getirip hastanın kendisine ve aklı yerinde yakınına imzalatmak gerekiyor. “İhmal” mi, asıl ihmal, “hasta onam formu” almadan ameliyata girmektir! Dikkatsizlik ve ihmal ancak form imzalatmamak olabilir.

cs

Sezaryen mi, normal doğum mu? sorgulamasının yanıtı elbette normal doğumdur.

Ama nerdeyse onlarca yıllık geçmişe bakıldığında, örneğin 10 yıl önce en az 4 gün ya da 1 hafta hastanede yatırılmayı gerektiren bir sezaryen operasyonu için, günümüzde bir ya da iki gece hastanede kalmak yeterlidir. 20–30 dakikaya inmiş bir operasyon ve 6. saat hastanın ayağa kalkabildiği, ağızdan sıvı alabildiği mükemmel bir anestezi uygulaması ile, ya da epidural anestezi gibi bir mucize uygulama sonucu, hiç uyumadan, bebeğin doğuşuna bile tanık olunabilen bir sezaryen operasyonu; nerdeyse evrim geçirmiş bir uygulamadır.

epiduraldt2

Oysa normal doğuma, geçmiş yıllar içinde hiçbir alt yapı desteği ve de kolaylık tanınmamıştır. Normal doğumun ağrısız kılınmasını sağlayacak EPİDURAL AĞRI GİDERME YÖNTEMİ, en başta Sağlık Bakanlığı nezdinde, hemen hemen hiç bir yerde uygulamaya girememiştir.

Günümüzün fast food kültürü alışkanlığı her şeyin çabuk bir an önce gerçekleşmesi beklentisini maalesef doğumhanelere de sokmuştur. Kimsenin dışarıda değil 9 doğurarak, birkaç saat sakin beklemeye gücü kalmamıştır. Korkunç bir güvensizlik, telaş, hastama ya da bebeğimize ya bir şey olursa korkusu ebelerin ve doğum hekimlerinin profesyonel yaklaşımlarına gölge düşürmektedir. “Bebeğe bir şey olsun seni sürdürürüz!” ya da “Hele bir şey olsun hastamıza yıkarız burayı!” tarzı tehdit ve diklenmeler, sonuçta hastane basan hasta yakınları, öfkeli kalabalıklar gazetelerin 3. sayfalarında yerini bulmaktadır.

doktorsaldırı

27 yıllık bir hekim, 5 yılı profesyonel eğitimde geçmiş 23 yıllık bir kadın-doğumcu olarak en çok duyduğum sorgulama “NEDEN SEZARYEN’E ALMADINIZ?” olmuştur. Mahkemelerde hep bu soruyu sorarlar? Tersi hiç sorulmaz. Bakmayın tersini hasta ve yakınlarının sorduğuna; çoğu ya normal doğuma göre çok ödeme yaptıklarından ya da düşlerindeki normal doğumu gerçekleştiremediklerinden söylenirler. Anne ve oksijensiz kalmamış sağlıklı bebek hedeflendiğinde; iyi / güven dolu işbirliği içinde neyi başardıysanız (normal doğum veya sezaryen) o yol ya da yöntem, o hasta ya da doğum için en iyisidir! Kimseye normal doğumu başardı diye madalyon takmazlar; ama sezaryene almayıp ihmal sonucu bebeği kaybederseniz sürüm sürüm sürünürsünüz mahkeme salonlarında!

Onca hasta hakkı söyleminden sonra hekimlerin de kendilerini korumaya almasından doğal ne olabilir?

“Tatlı uykusundan fedakârlık yapıp beni normal doğuma almadı, sezaryen yaptı!” denilerek suçlanan hekim mi, yoksa ille de o hekimi isteyen ısrar eden hasta mı sorumlu? Başta belli değil midir niyet?

“Ben normal doğumun risklerini alamıyorum.” diyen hekim daha en başta dürüst davranmış sayılmaz mı?
bebek28rn

“Doğum bir ekip işidir; işbirliğidir, normal doğumu hedefleyip yola çıkacağız, bu serüvende sonuna kadar güven ve işbirliği şart! Yarı yolda, ne ben ne de sizler sorumluluktan kaçmayacağız – kabul mü?” diyen hekim ve ekibi, daha en başta dürüst değil midir?

“Aaaa! Ben bu işin bu kadar zor, ağrılı olduğunu bilmiyordum!” diyecekseniz, sizinle nasıl işbirliği yapılabilir?

Yüzde 25, her şeye karşın sezaryen kararı alındığında, “boşu boşuna ağrılar çektirdiniz bana!” diyerek suçlama yapacaksanız; sizin ne işiniz olabilir “ille de normal doğum!” ısrarında!

Gelin bir kez daha düşünün! Doğum 3 perdelik bir dram oyunu gibidir. Her doğum, doğum şeklini, oyunun son perdesinde belirler… İlk perdede kaytarmak yok! İlk perdede kaytarıp “Bizi sezaryene zorluyorlar!” demek, gerçekten haksızlıktır.

Diş hekiminin koltuğuna teslim olmaktan ta nerelere geldik; hastamıza ille de normal doğum diyerek stresse sokmalı mıyız, yoksa güvendiğimiz hekim ne diyorsa o mu olmalıdır. Diş hekimi nasıl güvenilip sığınılacak bir liman ise; sonuçta biz kadın-doğumcuların da iyi birer liman olmaları gerekiyor. Biz ta eski yıllardan beri bu düşüncede idik; ama ne olduysa hasta hakkı söylemleri ile, bizi yargının önüne koymaya pek meraklı hale geldiler…

Diş hekimi ince iğneli şırıngasına çektiği lokal anestetik sıvının fazlasını havaya fışkırtırken dikkat ettim; iş koltuğa oturana kadarmış… gerisi boş!

____________________________________________________
[1] HİPOKRAT ANDI:
Hippokrat

Hekim Apollon Aesculapions, hygia panacea ve bütün Tanrı ve Tanrıçalar adına. And içerim, onları tanık ve şahit tutarım ki, bu andımı ve verdiğim sözü gücüm kuvvetim yettiği kadar yerine getireceğim. Bu sanatta hocamı, babam gibi tanıyacağım, rızkımı onunla paylaşacağım. Paraya ihtiyacı olursa kesemi onunla bölüşeceğim. Öğrenmek istedikleri takdirde onun çocuklarına bu sanatı bir ücret veya senet almaksızın öğreteceğim. Reçetelerin örneklerini, ağızdan bilgileri şifahi malumatı ve başka dersleri evlatlarıma, hocamın çocuklarına ve hekim andı içenlere öğreteceğim. Bunlardan başka bir kimseye öğretmeyeceğim. Gücüm yettiği kadar tedavimi hiç bir vakit kötülük için değil yardım için kullanacağım. Benden ağı ( zehir ) isteyene onu vermeyeceğim gibi, böyle bir hareket tarzını bile tavsiye etmeyeceğim. Bunun gibi bir gebe kadına çocuk düşürmesi için ilaç vermeyeceğim. Fakat hayatımı, sanatımı tertemiz bir şekilde kullanacağım. Bıçağımı mesanesinde taş olan muzdariplerde bile kullanmayacağım. Bunun için yerimi ehline terk edeceğim. Hangi eve girersem gireyim, hastaya yardım için gireceğim. Kasıtlı olan bütün kötülüklerden kaçınacağım. İster hür ister köle olsun erkek ve kadınların vücudunu kötüye kullanmaktan mazarrattan sakınacağım. Gerek sanatımın icrası sırasında, gerek sanatımın dışında insanlarla münasebette iken etrafımda olup bitenleri, görüp işittiklerimi bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım. Vegrorum arcana visa, audita intellecta nemo eliminet.

[2] HEKİMLİK MESLEK ETİĞİ KURALLARI
Muayenesiz Tedavi Yasağı Madde 23 - Hekim, acil olgular gibi zorunlu durumlar dışında, hastasını bizzat muayene etmeden tedavisine başlayamaz.

[3] tahterevalli
is. (tahtereva’lli) İki ucuna birer kişi oturup karşılıklı olarak havada yükselip inerek eğlenmeyi sağlayan, ortasından bir yere dayalı tahta veya metal araç, çöğüncek: “Küçükken tahterevalliye binmişsinizdir. İki ucundan biri inince öbürü kalkan bu nesne yalnız tahtadan olmaz.” -N. Hikmet. (TDK, Büyük Türkçe Sözlük)

[4] AYDINLATILMIŞ ONAM
“Bilgilendirilmiş yada aydınlatılmış onam; riskleri, yararları ile, alternatifleri ve onların da risk ve yararlarını kapsayan tedavi uygulamasının, hekim tarafından yeterli düzeyde ve uygun şekilde açıklanmasından ve hasta tarafından hiç bir tereddüde yer kalmayacak şekilde anlaşılmasından sonra, tıbbi tedavinin, uygulamanın hasta tarafından ‘gönüllülükle kabulü’ olarak tanımlanır.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder