Kahraman Kim?

Kahraman Kim?
Who is The Hero?

18 Aralık 2012 Salı

HER ÖLÜM BİRAZ ERKENDİR.

BAŞ SAĞLIĞI
Sevgili Tuğkut, babanı tanımam, ama her bir dostumun babasının öldüğünü duyduğumda kendi babam ölmüş gibi hüzünlenirim.
Kulağımda Teoman'ın şarkısı "babamın öldüğü yaştayım"; inadla kendi babamın öldüğü yaşa yaklaştıkça ölüm haberlerinden ürkerim.
Ama yaş 50 yi geride bırakmışsa, buna benzer haberler çok sık gemeye başlar. Eskiden mahalle hopörlerinden vefat haberlerini de pek farketmezdim, şimdi sanki artmış gibi hep duyarım. Algıda seçicilik bunu yapıyor besbelli. Bizim gebe hastaların "bu yaz çok gebe var değil mi doktor bey" demesi gibi... babasını kaybedenler arttı sanki.
HER BAŞ SAĞLIĞI HABERİ BİZİM YAHOO GRUPTA BİR YOKLAMA GİBİ... SINIFTAKİLER SANKİ ADLARI OKUNMUŞ GİBİ "BURDA!" DİYORLAR
Yahoo grup maillerinde "başsağlığı" sözcüğünü girip arama yaptım, ne çok baş sağlığı dilemişiz;işin en ilginç yanı, ne çok izleyen varmış, ancak ölüm haberlerinde iki satır yazıp ben de burdayım diyorlar... Demek ki bizi harekete geçiren şeylerden biri de ölüm haberleri... belki ikinci sırada kutlamalar... Ama kesin olan davet sözcüğü "başsağlığı" olsa gerek.
Sana baş sağlığı dilemek için yazıyorum tüm bunları. Acını anlıyor, içimde hissediyor, her ölümün erken olması gibi, bunun da mutlaka seni ve aile bireylerini habersiz ve de vakitsiz yakaladığını düşünüyorum. Belki sabır dilenmesi de bundandır.
Giden babalarımızın ardından bakarken, biz de böyler izler bırakabilecek miyiz diye iç geçiriyoruz... Şurası kesin ki bizler maddeten daha iyi babalar olabilmiş de olabiliriz, ama sanki onlarla paylaştıklarımız, kendi çocuklarımızla paylaştıklarımızdan çok daha fazladır. Öyle olunca "amman gitmemek gerek, biraz daha paylaşmak gerek, kendimize daha dikkat edip bizden sonrakilerle daha çok beraber olmak gerek" diye düşünüyor insan.
Ondan mıdır acaba cenaze törenlerinde insanların yaşama bir adım daha fazla sarılmak istemeleri... Cenaze kalabalığında, ölü evinin içinde insanlar bir araya gelip birlikte yemekler yer, helvalar karılır, komşu evlerden yemekler getirilir, tatlılar gelir tepsilerle... Bir bakıma adı konmamış büyülü bir şölene döner bu buluşmalar... Acıyı hafifletir, geriye rahmetlinin iyi hallerini konuşmak paylaşmak kalır... Tanımadığın yönlerini duyarsın rahmetlinin, bilmediklerin, belki yaşasa bilemeyeceklerin...
Babalarımız "keşke bugünlerimizi de görseydi" diyebileceğimiz fazla bir şeyimiz kalmamışken aramızdan ayrılmışsa ne mutlu bize!
Yani biz 50'yi 60'ı geride bırakmışsak, kendi sahnemizde babamıza gösterebileceğimiz fazla bir numaramız da kalmamıştır. Değil mi ki daha gösterilerimiz başındayken bu yüce seyircimizi kaybetmişsek, yaptıklarımızın bizim hafızalarımızdaki ağırlığı hep eksik kalacaktır.
Babam veda ettiğinde, ışıltılı olacak sahneden baktığımda en ön sıradaki seyircimi kaybetmiş gibi oldum. Ama klasik laftır şov devam edecekti, etti de. Babam uzman olduğumu göremedi, ama hissetmiştir olacağımı; bir taşra kasabasındaki mecburi hizmet yalnızlığımı gelip göremedi; ilk öykü kitabım yayınlandığında eminim "bak bunu görmek çok isterdim" diyecekti, göremedi; bizim hanımı (tam ölüm günü, doğum günü ile aynı olan kadınımı) tanımadı; bizim Yasmin'i bilemedi elbet; çok sevdiğini düşündüğüm, onun Haydarpaşa Lisesi anılarını, Hukuk Fakültesi günlerini canlandıracak olan İstanbul günlerime eşlik edemedi; ne Barış'ı, ne Ümit'i, ne Şiko'yu, ne Nuray'ı, sınıf arkadaşlarımın elbet iyi yerlere geleceğini bildiği gibi, ne yazık ki göremedi... Hiç akla gelir miydi, kasabadan şehir kulübü briç arkadaşı banka müdür emeklisi arkadaşı, karısı Ayten teyzeyi yanına alıp yıllar sonra İstanbul'da muayenehaneme ziyarete gelecek ve bana 60'lı yıllardaki babamı anlatacak, onunla bir gün bir oto galerinin vitrininde içerde duran Murat 124'e hayranlıkla bakıp "biz bu memur maaşıyla 20 yılda alamayız bu arabayı" dediklerini hatırlayacaktı... Oysa o anısından tam 10 yıl sonra ilk arabasına (yaşı o zaman 50 idi, zaten ehliyetini de 40'ında almıştı) 77 model nar kırmızısı Anadol'una kavuşmuştu. 8 yıl sürdü sefası, o keçilerin yolda bırakılırsa kemirdiği Anadol benim mecburi hizmet yerine şanla şerefle girdiğim ilk arabam olacaktı.
Neyse bardağın boş taraflarına hayıflanmak yerine, dolu taraflarının keyfini sürmek gerek. 12 Eylül öncesi Manisa sokaklarında bildiri dağıtan bizim İzmirli gençleri yargıladığında (Manisa yargıcıydı), "baba ne var bunda biz her gün bu tip bildiriler dağıtıyoruz kampüste, Manisa diye çocukların suçu çok mu artıyor" dediğimde, akşam yemeğinde "hepsini bıraktırdım gençlerin, gittiler" demesini unutamam. Manisa'ya bir oyun için gelen Genco Erkal'a kalacak yer bulamamıştı getiren örgüt; "bizde kalabilir mi?" dediğimde tereddütsüz "elbette" demesi yetmişti. (Gerçi Genco'yu oyun sonrası apar topar İzmir'e götürmüşlerdi.)
O gün insanın içinden yoldan geçen herkesin önünü kesip "bugün benim babam öldü, biliyor musunuz?" diyesi gelir... Bu duyguyu hiç unutamadım. "Babam öldü ama o gün ben hiç ağlamadım." demek ister insan. Oysa bu sonraki yıllarda belki ömür boyu onun yasını tutmanın bir dilidir.
Sevgili Tuğkut, seni en iyi anlayanlardanım, başın sağ olsun güzel kardeşim...
MERAKLISI İÇİN KONUYA UYGUN BİR RİTÜEL / BİR YAZI ÖNERİSİ:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder